Quantcast
Channel: Koltukname
Viewing all 354 articles
Browse latest View live

Haftanın Eğlencesi: Ünlülerin ikizleri

$
0
0

Her insanın bir yerlerde bir ikizi vardır derler. Bunun kendimiz için geçerli olup olmadığını belki hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz ama internet sağ olsun, ünlülerin ikizlerini öğrenmekle kalmayıp resimlerini de yan yana görebiliyoruz. Distractify’da gördüğümüz bu liste, yabancı oyuncu ve şarkıcıların tarihî ikizlerini sıralıyor. Aşağıda en sevdiklerimizden bir seçki bulabilirsiniz. Listenin tamamıysa burada. Mahir Çayan’a dikkat!

Alec Baldwin ve Başkan Millard Fillmore

Alec Baldwin ve Başkan Millard Fillmore

Bruce Willis ve II. Dünya Savaşı generali Douglas MacArthur

Bruce Willis ve II. Dünya Savaşı generali Douglas MacArthur

Christina Aguilera ve Oscar Ödüllü oyuncu Ginger Rogers

Christina Aguilera ve Oscar Ödüllü oyuncu Ginger Rogers

Conan O'Brien and Marshall Henry Twitchell

Jason Segal ve 20. yüzyılın meşhur oyuncularından Lee J. Cobb

Jason Segal ve 20. yüzyılın meşhur oyuncularından Lee J. Cobb

Jay-Z ve 1939'da Harlem'deki bir adam

Jay-Z ve 1939′da Harlem’deki bir adam

Jennifier Lawerence ve Mısırlı oyuncu Zübeyde Servet

Jennifier Lawerence ve Mısırlı oyuncu Zübeyde Servet

Jimmy Fallon ve Mahir Çayan

Jimmy Fallon ve Mahir Çayan

Justin Timberlake ve bir suçlu

Justin Timberlake ve bir suçlu

Leonardo DiCaprio ve Judy Zipper

Leonardo DiCaprio ve Judy Zipper

Nicolas Cage ve Amerikan İçsavaşı döneminden Tennessee'li bir adam

Nicolas Cage ve Amerikan İçsavaşı döneminden Tennessee’li bir adam

Orlando Bloom and Nicolae Grigorescu

Peter Dinklage ve Diego Velazquez'in "Sebastián de Morra'nın Portresi" adlı tablosu

Peter Dinklage ve Diego Velazquez’in “Sebastián de Morra’nın Portresi” adlı tablosu

Queen Latifah ve Zora Neale Hurston

Queen Latifah ve Zora Neale Hurston

Zach Galifianakis ve Louis Vuitton

Zach Galifianakis ve Louis Vuitton


Filed under: Eğlence, Müzik, Oyuncular, Popüler Kültür, Sinema Tagged: ikizler, müzisyenler

Dünyanın elyazısının ortalaması (ya da Evrensel font)

$
0
0

Screen-Shot-2014-06-25-at-5.12.25-PM

Geçtiğimiz hafta ünlü eserlerinelyazmalarını paylaşmış, elyazısının kullanım alanının gitgide daraldığından, bu şekilde devam ederse bir alışveriş listesinin bile “nadir esere” dönüşeceğinden dem vurmuştuk. Neyse ki bu hafta Wired dergisinde gördüğümüz haber, o günlere henüz ulaşmadığımıza, elyazısının hâlâ önemini koruduğuna dair yüreğimize su serpti.

Dünyada belki de en yaygın kullanılan tükenmezkalemlerin üreticisi BIC, devasa bir elyazısı veritabanı oluşturuyor. The Universal Typeface Experiment (Evrensel Yazı Karakteri Deneyi) adını verdikleri çalışmaya dünyanın neresinde olursa olsun katılabiliyorsunuz. Siz internet sitesine alfabeyi teker teker çiziyorsunuz, yazılım da sizin elyazınızı veritabanına ekleyip tüm harflerin ortalamasını alıyor. Böylece ortaya ortalama bir elyazısı ya da BIC’in deyimiyle evrensel bir font çıkıyor. Şimdiye kadar veritabanına 99 farklı ülkeden 434,000 harf eklenmiş durumda.

Screen-Shot-2014-06-25-at-5.12.51-PM

The Universal Typeface Experiment’a katkıda bulunmak için BIC’in uygulamasını indiriyor ve harflerinizi ekrana parmağınızla yazıyorsunuz. Wired‘ın yazarı Margaret Rhodes‘un haklı olarak dikkat çektiği gibi, bunu deneyin bir kusuru olarak sayabiliriz: Elyazısı kalem tutarak öğrendiğimiz, kalemle yazarak geliştirdiğimiz bir şeydir ve parmakla yazmakla kalem tutarak yazmak ortaya farklı sonuçlar çıkarır. Yine de deneyin bu şekilde çok daha geniş bir kitleye ulaşabildiğini yadsıyamayız.

Screen-Shot-2014-06-25-at-2.27.58-PM

BIC siteyi ağustosa kadar açık tutmayı, daha sonrasındaysa sonuç olarak ortaya çıkan evrensel fontu kullanıma sunmayı planlıyor. Siz de katkıda bulunmak isterseniz buraya buyurabilirsiniz.


Filed under: Medya Tagged: bic, elyazısı, the universal typeface experiment

Victor Hugo: “Medeniyetin bu çok karanlık ânında, sefilin adı insandır”

$
0
0

Yaşamı boyunca çeşit çeşit eser veren Victor Hugo, günümüzde yine de Notre-Dame’ın Kamburu ve Bir İdam Mahkûmunun Son Günü gibi birkaç eseriyle tanınıyor. Elbette en meşhur eserinin Sefiller olduğu su götürmez bir gerçek. Kitapla ilgili ilgisiz birçok kişinin adını bildiği romanın ne kadar okunduğuysa başka bir mesele. Çok kalın olmasının yanı sıra kısaltılmış çocuk kitabı baskılarına ve filmlerine de yaygınca ulaşılabildiği göz önüne alınırsa aslında pek de fazla okunmadığını varsayabiliriz herhalde.

Victor Hugo’nun Mösyö Daelli’ye Sefiller üzerine yazdığı aşağıdaki mektup, edebiyat severleri meraklandıracak, bu dev romanı okumaya teşvik edecek nitelikte. Hugo, romanını anlattığı bir mektupta bu kadar çarpıcı sözleri kaleme alıyorsa, kitabın kendisinde neler yazmıştır acaba, diye düşünmeden edemiyor insan.

Mektuptan sonra Hugo okumak için esinlenenler, Notre-Dame’ın Kamburu ve Bir İdam Mahkûmunun Son Günü için İş Bankası ve Can yayınlarına bakabilirler. Sefiller‘in eksiksiz ve güvenilir baskısı şu an İletişim Yayınları’nda mevcut; ama bize bu mektubu (ve başka birçok mektubu) bulup çeviren Birsel Uzma’nın Sefiller çevirisinin de yıl sonuna kadar Oğlak Yayınları‘ndan çıkacağını bu vesileyle duyurmuş olalım. Uzma’nın en sevdiğimiz çevirilerinin başında Gargantua ve Pantagruel ile Maupassant’ın öyküleri geliyor. Tüm çevirilerinin listesine Robinson’un sitesinden ulaşılabilir. (Des Lettres aracılığıyla.)

Hauteville-House, 18 Ekim 1862

Sefiller kitabının tüm halklar için yazılmış olduğunu söylerken haklıydınız beyefendi. Herkes tarafından okunacak mı bilmiyorum ama ben herkes için yazdım. İngiltere’ye olduğu kadar İspanya’ya, İtalya’ya olduğu kadar Fransa’ya, Almanya’ya olduğu kadar İrlanda’ya, köleleri olan cumhuriyetlere olduğu kadar, serfleri olan imparatorluklara da hitap etmektedir. Toplumsal meseleler sınırları aşar. İnsan türünün yaraları, dünyayı kaplayan o geniş yaralar, dünya haritası üzerine çizilmiş mavi ya da kırmızı çizgilerde son bulmuyor. İnsanın cahil ve umutsuz olduğu her yerde, kadının kendini ekmek parası için sattığı her yerde, çocuğun bir şeyler öğrenebileceği bir kitabın ve ısınabileceği bir ateşin eksikliğini çektiği her yerde, Sefiller kapıyı çalar ve şöyle der: Açın kapıyı, sizin için geldim.

İçinde yaşadığımız medeniyetin bu çok karanlık ânında, sefilin adı insandır; her iklimde can çekişmekte, her dilde inlemeye devam etmektedir.

Sizin İtalya’nız da Fransa kadar muaf değil kötülükten. Sizin o hayran olunası İtalya’nız yüzünde tüm sefaletlerin izlerini taşıyor. Yoksulluğun çılgın bir biçimi olarak eşkıyalık sizin dağlarınızdan doğmadı mı? Çok az millet vardır ki, eni konu ortalığa sermeye çalıştığım manastırlar denilen o ülser tarafından bu kadar derinlemesine yenilip bitirilsin. Roma’nız, Milano’nuz, Napoli’niz, Palermo’nuz, Torino’nuz, Floransa’nız, Sienna’nız, Pisa’nız, Mantova’nız, Bolonya’nız, Ferrare’niz, Cenova’nız, Venedik’iniz, kahramanlıklarla dolu bir tarihiniz, görkemli harabeleriniz, muhteşem abideleriniz, büyüleyici şehirleriniz olabilir ama siz de bizim gibi fakirsiniz. Harikalar kadar böceklerle de dolu ülkeniz. İtalya’da güneşin göz kamaştırıcı olduğuna şüphe yok ama ne yazık ki, gökyüzünün maviliği insanların üzerinde paçavralar olmasını engellemiyor.

Sizin de bizim gibi önyargılarınız, batıl inançlarınız, zorbalıklarınız, bağnazlıklarınız, cehaletten doğan gelenekleri destekleyen kör kanunlarınız var. Damağınızda geçmişin tadı olmadan ne bugünün tadını çıkarabiliyorsunuz ne de geleceğinkini çıkarabileceksiniz. Sizin de barbarınız var, keşişiniz var, lazzaroni’niz var. Sizin toplumsal meseleleriniz de bizimkinden farksız. Sizde açlıktan ölen daha az ama ateşli hastalıktan ölen daha çok; sağlık bilginiz bizimkinden çok daha iyi değil. Karanlıklar, İngiltere’de Protestan, İtalya’da Katolik; ama farklı isimler altında da olsa, sizin dilinizdeki piskoposun İngilizcedeki piskopostan farkı yok ve gece her zaman orada bir yerlerde ve aşağı yukarı hep aynı nitelikte. İncil’i iyi açıklayamamak ya da İsa’nın öğretisini iyi anlayamamak, hep aynı. Devam etmeye gerek var mı? Bu iç karartıcı paralelliği daha da ayrıntılarıyla tespit etmeye gerek var mı? Sizin yoksullarınız yok mu? Aşağıya bakın. Sizin asalaklarınız yok mu? Yukarı bakın. Bu iğrenç dengenin iki tepe noktası, sürekli yoksulluk ve asalaklık. Terazinin bu acılı dengesi, sizin önünüzde de bizim önümüzde olduğu gibi ağır ağır sallanmıyor mu? Medeniyetin kabul ettiği tek ordu olarak, öğretmenler ordunuz nerede? Ücretsiz ve zorunlu okullarınız nerede? Dante’nin, Michelangelo’nun vatanında herkes okumayı biliyor mu? Kışlalarınızı liselere dönüştürdünüz mü? Sizin de bizim gibi zengin bir savaş bütçeniz ve gülünç bir eğitim bütçeniz yok mu? Sizin de bizim gibi, kolaylıkla askerliğe dönüşen, pasif bir boyun eğişiniz yok mu? Garibaldi’nin, yani İtalya’nın yaşayan onurunun üzerine ateş açılması emrini verecek kadar ileri giden bir militarizminiz yok mu? Toplum yapınızı bir gözden geçirip ne noktada olduğuna bakalım, en belirgin suçunu görelim, kadını ve çocuğu gösterin bana. Bu iki zayıf varlığın çevresini saran koruma düzeyi medeniyet düzeyinin ölçüsüdür. Fahişelik Napoli’de Paris’te olduğundan daha mı az dokunaklı? Kanunlarınızın dayandığı gerçeklik ve mahkemelerinizden çıkan adalet ne düzeyde? Şu karanlık sözcüklerin anlamını bilmeme mutluluğu yaşıyor olabilir misiniz tesadüfen: kamu adına kovuşturma, meşru suçlar, kürek, darağacı, cellat, ölüm cezası! İtalyanlar, sizde de işler bizdekinden farksız, Beccaria öldü ama Farinace yaşıyor. Ayrıca bir de mantık durumunuza bakalım. Ahlaki ve siyasi kimliği kabul eden bir hükümetiniz var mı? Kahramanlara genel af uyguluyorsunuz! Fransa’da da benzeri bir şeyler yapıldı. Neyse, sefaletlere geri dönelim, hepimizin bir sürü olduğu kesin; bu konuda siz de bizim kadar zenginsiniz. Bizim gibi sizde de çifte lanetleme yok mu? Hem papazın sözü üzerine dinî açıdan hem de hâkimin kararıyla toplum tarafından lanetlenmiyor mu sefiller? Ey yüce İtalya halkı, yüce Fransa halkına benziyorsun sen de. Yazık! Kardeşlerim, siz de bizim gibi “Sefiller”siniz.

İçinde bulunduğumuz karanlığın dibinde, cennetin uzaklardaki, ışıklar içindeki kapılarını bizden daha açık göremiyorsunuz. Fakat papazlar yanılıyor. Bu kutsal kapılar arkamızda kalmadı, önümüzde duruyor.

Özetleyeyim. Bu kitap, Sefiller, bizim olduğu kadar sizin de aynanız. Bazı insanlar, bazı toplumsal sınıflar bu kitaba karşı isyan ediyor, anlıyorum. Aynalardan, gerçekliğin sözcülerinden nefret edilir ama bu onların faydalı olmalarını engellemez.

Bana gelince, ben herkes için yazdım, ülkeme karşı büyük bir aşkla ama Fransa’yı başka bir halktan daha fazla düşünmeden yazdım. Yaş aldıkça basitleştiriyorum kendimi ve gitgide vatansever değil, insanlık-sever oluyorum.

Zaten çağdaş eğilim ve Fransız Devrimi’nin yaydığı ışık da bunu gerektiriyor. Kitaplar, medeniyetin git gide genişleyen yapısına cevap vermek için, yalnızca Fransız, İtalyan, Alman, İspanyol, İngiliz olmaktan vazgeçmeli ve Avrupalı olmalıdır; daha da ötesini söylüyorum, insani olmalıdır. Buradan yeni bir sanat mantığı ve her şeyi, hatta bir zamanlar dar olan koşulları, zevkleri ve dili de değiştiren bazı birleşimlere ihtiyaç doğuyor; bu alanlarda da ilerleme gerekiyor.

Fransa’da, bazı eleştirmenler beni Fransız zevki olarak adlandırdıklarının dışında olmakla eleştirdi; çok mutlu oldum; bu övgüye layık olmak isterdim.

Sonuçta, elimden geleni yapıyorum, evrensel acıyı hissediyorum ve hafiflemeye çalışıyorum, insanın aciz güçlerinden başka bir şey yok elimde ve herkese haykırıyorum: Yardım edin bana!

İşte beyefendi, mektubunuz bende bunları söyleme isteği yarattı; bunu sizin için, ülkeniz için söylüyorum. Bu kadar ısrar etmemin nedeni, mektubunuzdaki bir cümlenizdir. Bana, “Çok sayıda İtalyan, ‘Bu kitap, Sefiller, bir Fransız kitabı. Bizi ilgilendirmiyor. Fransızlar tarih gibi okusun, biz roman gibi okuyalım,’ diyor,” diye yazmışsınız. Yazık! Tekrarlıyorum, İtalyan ya da Fransız, sefalet hepimizi ilgilendirir. Tarih yazılmaya, felsefe oluşturulmaya başladığından beri, sefalet insan türünün üzerindeki giysidir; sonunda bu paçavraları parçalayıp atma ve yerine, halkın çıplak bacakları üzerine, şafağın geniş pembe örtüsüyle, geçmişin meşhum kilidini koymak gerekecek.

Bu mektubun bazı kafaları aydınlatabileceğini ve bazı önyargıları dağıtabileceğini düşünüyorsanız, yayımlayabilirsiniz beyefendi. Saygılarımı kabul etmenizi dilerim.

VICTOR HUGO

Fransızcadan çeviren: Birsel Uzma


Filed under: Edebiyat, Kitaplar, Yazarlar Tagged: birsel uzma, mektup, sefiller, victor hugo

Haftadan Kalanlar // 14-20 Temmuz 2014

$
0
0

Gecikmiş ve kısa bir Haftadan Kalanlar‘la karşınızdayız. Geçtiğimiz haftanın gündemi yalnızca Gazze’ydi, geriye de yalnızca Gazze kaldı…

* Etgar Keret’ten barış çığlığı. Avi Pardo’nun çevirisiyle Radikal Kitap’ta.

* “Alternatif haber bülteni” sunucusu Jon Stewart, Amerikan medyasındaki Gazze haberleri ile Gazze’deki durumu değerlendiriyor. Türkçe altyazıyla.

* Merak edenler için Ortadoğu dosyamız. Ortadoğu uzmanı Sevillaportakalı‘nın yorumlarıyla.

* “This Land is Mine”, Ortadoğu’nun kanlı tarihini özetleyen, harika bir animasyon. (Globe Today aracılığıyla.)

 


Filed under: Haftadan Kalanlar Tagged: 29. hafta

İyi okur bulmak zor

$
0
0

 

Flannery O'Connor'ın okul gazetesi için çizdiği karikatürlerden. Daha fazlası için resmin üstüne tıklayınız.

Flannery O’Connor’ın okul gazetesi için çizdiği karikatürlerden. Daha fazlası için resmin üstüne tıklayınız.

Flannery O’Connor, çağdaş Amerikan edebiyatının en önemli öykücülerinden. Güney gotiği olarak tabir edilen edebiyat akımının da öncülerinden. Hayatı boyunca sistemik lupus hastalığıyla cebelleşen ve 39 gibi genç bir yaşta ölen O’Connor’ın öyküleri de hayatı gibi acı doludur. Derindir; belki yer yer zor anlaşıldığı da söylenebilir ama asla da aşağıdaki abuk yorumlara açık değildir.

1961′de, bir İngilizce profesörü O’Connor’a öğrencileri adına bir mektup göndererek “İyi İnsan Bulmak Zor” öyküsüne açıklık getirmesini rica etmiş. Aşağıdaki örnek paragraftan da görebileceğiniz üzere, sevgili hoca ile öğrencileri, “şair burada ne demek istiyor”u iyice uç noktalara taşımışlar. DİKKAT! Bu paragraf öykünün sonuna dair bilgiler içeriyor!

Birkaç olası yorumu uzun uzun değerlendirdik; hiçbiri bizi tam tatmin etmedi. Genel anlamda, Misfit’in ortaya çıkışının, öykünün ilk yarısındaki olaylar gibi “gerçek” olduğuna inanmıyoruz. Bailey’nin Misfit’in ortaya çıktığını hayal ettiği kanaatindeyiz; çünkü seyahatten önceki gece ve bir de yol kenarındaki lokantada mola verdiklerinde Misfit’in uğraşlarından haberdar olmuştu. Dahası, Bailey’nin kendini Misfit’le özdeşleştirdiği, bu yüzden öykünün son yarısındaki hayali bölümde iki rol oynadığını düşünüyoruz. Ama tüm çabalarımıza rağmen gerçeğin bir ilüzyona ya da hayale hangi noktada dönüştüğünü bir türlü belirleyemedik. Kaza gerçekten yaşanıyor mu yoksa bu Bailey’nin rüyasının bir parçası mı? İçine düştüğümüz bu zorluktan kolay bir çıkış yolu bulmaya çalıştığımızı sanmayın lütfen. Öykünüzü çok beğendik ve büyük bir titizlikle inceledik ama anlamamızı istediğiniz mühim bir noktayı kaçırdığımıza eminiz. Yukarıda özetini geçtiğim yoruma dair görüşlerinizi ve “İyi İnsan Bulmak Zor”u yazmaktaki hedeflerinize dair yorumlarınızı iletebilirseniz size müteşekkir kalacağız.

O’Connor’ın ağzına sağlık, lafı yetiştirmekte gecikmemiş. Yazardan, öyküsünü hiçbir şekilde anlamadıklarını belirten bu mektubu aldıktan sonra öğrencilerin ama daha önemlisi profesörlerin edebi metinleri irdeleyeceğiz derken cıvkını çıkarmamak konusunda iyi bir ders aldıklarını umuyoruz.

Flannery O’Connor’ın mükemmel öykülerini okumak için Metis Yayınları’na buyurabilirsiniz. (Üstelik çevirmenler Nazım Dikbaş, Fatih Özgüven, Tomris Uyar ve Aylin Ülçer.) Yazarın iki romanından yalnızca biri, Bilge Kan Türkçeye çevrilmiş, o da uzun yıllardır piyasada yok. Onun için sahaflara bakmanız gerekecektir. (Letters of Note aracılığıyla.)

 

28 Mart ’61

Doksan öğrenciniz ile üç öğretmeninizin yorumları tamamen akıl dışı ve benim hedeflediklerimden alabildiğince uzak. Bu yorum doğru olsaydı, öykü ucuz bir numaradan öteye geçemezdi ve ilgi alanı anormal psikolojiyle sınırlı kalırdı. Ben anormal psikolojiyle ilgilenmiyorum.

Öykünün ilk bölümüyle Misfit’in sahneye girdiği ikinci bölüm arasında bir gerilim farkı var ama bu gerçekliğin azaldığı anlamına gelmiyor. Elbette bu öykü, Georgia’lıların gündelik hayatlarını yansıtması açısından gerçekçi sayılamaz.  Oldukça biçimlendirilmiş ve öykünün anlamı ciddi olsa da düzeni karikatürleştirilmiş.

Bailey’nin tek önemi, babaannenin oğlu ve arabanın sürücüsü olması. Ayarsız’ı ilk fark eden ve öykü boyunca Ayarsız’la ilgili en çok endişelenen babaanne. Öykü, babaanne ve yüzeysel inançları ile Ayarsız’ın İsa’nın davranışıyla –Ayarsız’ın dünyasını altüst eden davranışıyla– ilgili çok daha samimi hisleri arasında bir tür düello.

Okur bir öykü üstüne düşünmeyi sürdürdükçe öykünün onun için anlamı genişlemeli; ama anlam, bir yorumla yakalanamaz. Öğretmenler öykülere, verilen her bariz yanıtın doğru kabul edilebildiği araştırma sorularıymış gibi yaklaşmayı alışkanlık edindiyse, öğrenciler edebiyattan zevk almayı asla öğrenemeyeceklerdir. Fazla yorum yapmak kuşkusuz az yorum yapmaktan daha kötüdür ve öykü okura bir his vermiyorsa bu hissi teori sağlayamaz.

Amacım rahatsız edici bir tonla yazmak değil. Şok içindeyim.

Flannery O’Connor

 


Filed under: Edebiyat, Kitaplar, Yazarlar Tagged: flannery o'connor, mektup, okur yorumları

Haftanın Eğlencesi: Ünlü markalara dürüst sloganlar

$
0
0

Amerikalı grafik tasarımcı Clif Dickens‘ın bir Tumblr sitesi projesi olarak başlattığı Honest Slogans (Dürüst Sloganlar), reklam sloganlarını baş aşağı ederek ünlü markaların gerçek yüzlerini ortaya çıkarıyor. Hepsi de o kadar hoşumuza gitti ki, aralarında sizlerle paylaşmak için bir seçim yapmakta çok zorlandık. Aşağıda, en sevdiklerimizden bir demet bulabilirsiniz. Çalışmanın tamamı burada. Markaların görselleriyle ilgili bir başka –oldukça garip– çalışma içinse şu sayfaya göz atabilirsiniz. (Bored Panda aracılığıyla.)

Ayağınızın en büyük belası.

Ayağınızın en büyük belası.

Muhtemelen satın almadınız.

Muhtemelen satın almadınız.

 

Kaba davranırsanız kafeinsiz kahve veriyoruz.

Kaba davranırsanız kafeinsiz kahve veriyoruz.

 

Saf kokainin oyun hali.

Saf kokainin oyun hali.

 

İnsanlarla gereksiz yere arkadaş olun.

İnsanlarla gereksiz yere arkadaş olun.

 

Daha fazla bıçak ekleyip duracağız.

Daha fazla bıçak ekleyip duracağız.

 

Belki de Photoshop'ludur.

Belki de Photoshop’ludur.

 

Coca-Cola olmadığı zamanlar için.

Coca-Cola olmadığı zamanlar için.

 

Gıcıklık olsun diye fazladan parçalar koyuyoruz.

Gıcıklık olsun diye fazladan parçalar koyuyoruz.

 

Dostlukları yok etmenin en güzel yolu.

Dostlukları yok etmenin en güzel yolu.

 

Kaka yapmanıza yardımcı olur.

Kaka yapmanıza yardımcı olur.

 

Salaklar için gerçek haberler.

Salaklar için gerçek haberler.

 

Evsizlere benzemek için para harcayın.

Evsizlere benzemek için para harcayın.

 

Büyük Birader sizi izliyor.

Büyük Birader sizi izliyor.

 

Çünkü yalnızca 4 dolarınız var.

Çünkü yalnızca 4 dolarınız var.

 

Ortayaş krizinizde yanınızdayız.

Ortayaş krizinizde yanınızdayız.

 

Tatlandırılmış hava.

Tatlandırılmış hava.

 

Başka bir arama motoru kullanmayı hele bir deneyin.

Başka bir arama motoru kullanmayı hele bir deneyin.

 

Zengin insanların suyu.

Zengin insanların suyu.

 

Beyaz olanı hiçbir işe yaramıyor.

Beyaz olanı hiçbir işe yaramıyor.

 

"Güncellemek ister misiniz?"

“Güncellemek ister misiniz?”


Filed under: Eğlence, Görsel Sanatlar, Popüler Kültür, Sanat Tagged: clif dickens, grafik tasarım, markalar, reklam, slogan

Çolpan İlhan (1936-2014)

Haftadan Kalanlar // 21-27 Temmuz 2014

$
0
0

Bayram tatilinde tatile çıkamayanlar için tadımlık okumalar niyetine haftanın notları:

TED-Ed_Tattos_YouTube_Preview_1-248x330* Etgar Keret İsrail’le ilgili görüşlerini bir kere daha açıkladı. Bu sefer The New Yorker için.

* Zenci bir genç olduğu için süpermarketlerde hırsızlık yapacağı korkusuyla sürekli çalışanlar tarafından takip edilen çocuk, kendisini izleyenleri Vine’la tüm dünyaya ifşa etti.

* Gerçekten hırsızlık yapan bir yankesici, üstelik eskilerden, efsanevi bir yankesici ise hikâyesini parmaklıkların ardından The New York Times‘a anlattı. Nasıl yakalandığına polislerin bile şaştığı yankesici, kimlik hırsızlığı çağında insanların kredi kartı bile kullanmadığı, ceplerinde hep nakit taşıdığı zamanları yad ederek “Nerede o eski günler!” diyor.

* Bir başka Times haberi: İşleri ertelemek kötüdür de, erkenden bitirmek iyi midir? Araştırmalara göre o kadar da iyi değilmiş. Ayrıntılar burada.

* İnternete kedinizin fotoğrafını ve videosunu koyarsanız sonunda evinizi bu haritanın üzerinde bulabilirsiniz: Kedinin Nerede Yaşadığını Biliyorum.

* Dolabınızın dağınıklık biçimi kişiliğinizin yalnızca bir yansıması.

* Dövmelerin neden, dahası nasıl kalıcı olduğunun bilimsel açıklamasını merak edenler bu TED videosuna bir göz atabilirler.

 

Herkese iyi bayramlar!


Filed under: Haftadan Kalanlar Tagged: 30. hafta

John Steinbeck usülü mantarlı risotto

$
0
0

John Steinbeck, William Demby, Giuseppe Ungaretti

İngiliz fotoğrafçı ve yazar Mark Crick, Kafka’nın Çorbası adlı kitabında, “Ünlü yazarlar ne tür yemek tariflerini verirlerdi?” sorusunun yanıtını arıyor. Altbaşlığı “14 Tarifle Dünya Edebiyatı Tarihi” olan kitap, Jane Austen’dan Graham Greene’e, on dört farklı yazarın üslubunda yemek tarifi veriyor. Takipçilerimiz edebiyat ve yemeğin ilişkisiyle nasıl yakından ilgilendiğimizi biliyordur. Bu yüzden en sevdiğimiz yemeklerden biri olan mantarlı risottoyu Steinbeck‘in tarifiyle sizlerle paylaşma fırsatını kaçırmak istemedik. Yazarın favori kokteylini merak edenleriyse buraya alalım.

Crick’in kitapları Türkçede Can Yayınları’nca basılıyorKafka’nın Çorbası‘nın yanı sıra Sartre’ın Lavabosu ve Machiavelli’nin Bahçesi‘ne de ulaşabilirsiniz. Aşağıdaki alıntı da dahil olmak üzere hepsi Gülden Şen çevirisi.

Crick’in bu klasik yazarın üslubunu iyi tutturup tutturmadığını merak edenler ise Steinbeck’in tüm eserlerine Sel Yayınları’ndan, üstelik Tomris Uyar ve Ayşe Ece gibi isimlerin çevirileriyle ulaşabilirler

 **

30 gr kurutulmuş porcini mantarı
sızma zeytinyağı
3 taze yabani mantar
1 soğan
2 diş sarmısak
1 bardak risotto pirinci
2 bardak sebze suyu
tuz ve taze çekilmiş karabibier
¼ bardak taze rendelenmiş Parmesan
½ bardak beyaz şarap

Porciniler kuru ve bumburuşuk duruyordu. Her bir dilim susuzluktan kıvrılmış, kuru toprak rengindeydi. Sular önce damla damla başlayıp sonunda boşanınca, içebildikleri kadar içtilerse de, çok geçmeden hayatın kaynağı sıvıyla örtülmüşlerdi. Kurumuş parçalar eski şekillerini aldı, kıvrımlar açıldı ve suyun lütfuyla parlayan, yassı bir kitleye dönüştüler. Bir kâse ağaç kabuğuna benzeyen mantar artık yeni pişmiş et rengindeydi ve Arizona toprağının kuru çamurundan çok, ıslak toprağın mor-kahverengi rengine dönüşmüştü. Aşçı kadın onları bu şekilde 45 dakika suda bıraktı.

Her şeyden önce yağ, hem de sıma, kalın tabanlı tencereye döküldü ve alevler metali yalarken daha da sıvılaştı. Yabani mantarlar dokununca ele serin geliyordu. İnce kaubkları ve yumuşacık beyaz göveleri bıçakla kolayca kesiliyor, dilimler kesme ahtasının üstünde yığılıyordu. Aşçı kadın kızmış yağın kokusunu alınca burnunu kırıştırdı ve mantarları kızartmadan önce ateşi kıstı. Mantaların soluk eti yeşil sıvıyı çekti ve tava kızdıkça kahverengiden altın rengine döndü. Bir zamanlar mat olan yüzeyleri şimdi yağlı bir tabakayla parlıyordu.

Artık her taraf dayanılmaz sıcaktı. Ateş düzgün ve sürekli bir şekilde harlandı; alevler hiç titremeden tavanın dibini dövdü. Aşçı kadın mantaları tavada çevirip kızartırken eliyle alnını sildi. Hazır olunc aonları bir süzgece aldı; koyu renkli ve tuzlu sularını da sonradan kullanmak üzere ayırdı. Hiçbir şey ziyan edilmiyordu. Tavaya taze yağ kondu. Süzülmüş porcini mantarları, cızırdayarak etlerindeki suyla mücadele eden kızgın yağın üstüne kaydılar. Aşçı porcinilerin sesini bir kapakla bastırdı. Kapağın altında buhar yoğunlaşıp tavaya damlayarak, bir yağmur döngüsü oluşturdu.

Kadının yara izleriyle dolu nasırlı elleri, soğanla sarmısağı soyup ince ince kıydı. Eğer tava kurumazsa porcinilerin iyi olacağını biliyordu; yapacağı iş için nemli olmaları gerekiyordu. Hazır olunca porcini mantaları da bir kenara alındı ve yerlerini soğanla sarmısak aldı. Kokuları bir bulut gibi yükselince aşçı geri çekildi, gözleri yanıyordu. Soğan şeffaflaşıp yumuşadı ve suyunu saldı. Kadın sebzeleri bir kapakla örttü. Yumuşacık, sulu bir posa haline dönüşene dek mırıldanıp inlediler. Sonra pirinç soğanla sarmısağın üzerine serpildi; yağda çevrilen her tanesi parlıyordu. Düştüğü yerdeki nemi toplayan kuraklık sonrası yağmur gibi, pirinç de sıvıyı çekmeye başladı. Bir yandan da porcinilerin suyu Pebble Beach’e vuran dalgalar gibi hışırdayıp fokurduyor, beyaz taneler ağır ağır şişmeye başlıyordu. Çok geçmeden suyunu çekmişti. Tuzla biber ekildi ve şimdi de tıpkı mevsimlerin hareketi gibi, ağır ağır sebze suyu eklendi.

Parmesan peyniri sert ve kuruydu. Aşçı elindeki küçük parçayı rendeledi. Peynir, önce harman makinesinden çıkan mısır gibi kalın, ardından uçuşan ilk karlar gibi ince ve kocasının hızarından fırlayan tahta parçalarının ardında bıraktığı talaş gibi toz haline gelene dek rendelendi. Parmesan peynirini ikiye bölüp yarısını mantarlar ve porcinilerle beraber hemen hemen pişmiş pirince kattı. Yoğunlaşan karışımı son bir kez karıştırmadan önce birkaç damla da beyaz şarap ekledi.

Karışımı özenle çatlak kâselere paylaştırıp, kalan Parmesan peynirini üstlerine serpti. Et ve patates değildi, ama en azından bu akşam ailesi bir şeyler yiyecekti.


Filed under: Edebiyat, Kitaplar, Yazarlar, Yemek Kültürü Tagged: john steinbeck, mantar, mark crick, risotto, yemek tarifi

Sevilmeyen evlatlar

$
0
0

Sanatçılar eserlerine çocukları gibi yaklaşırlar. Her biri onlar için özeldir, kıymetlidir, eşsizdir… diye düşünüyor olabilirsiniz. Ama durum her zaman böyle değil. Bazen, ürettikleri bir eserden zaman içinde soğuduklarını, hatta keşke yapmasaydık, dedikerini duyuyoruz. Müzisyenlerden kimler, diye soracak olursanız, işte kısa bir liste:

1) Radiohead / “Creep”

“Creep”, Radiohead için aslında çok mühim bir parça. MTV’nin bu parçayı günde 60 kez çalması sayesinde onları tanımayan kalmamış, ilk albümleri Pablo Honey de bu sayede büyük satış rakamlarına ulaşmıştı. Buna rağmen, daha kayıt aşamasında bile grubun “Creep” için olumsuz bir bakışı vardı. Parçadan o kadar soğumuşlardı ki, “Creep” yıllarca konserlerde çalınmadı. Dahası, bir konserde, hangisi olduğu bilinmeyen bir grup üyesi, parçayı isteyen seyircilere “Kapatın çenenizi, bıktık ‘Creep’ten,” diye bağırmıştı.

2) Berlin / “Take My Breath Away”

80’li yılların en büyük hitlerinden biri “Take My Breath Away”, yine o yılların en popüler filmlerinden Top Gun‘ın film müzikleri arasındaydı. Giorgio Moroder ve Tom Whitlock tarafından yazılan parça, solist Terri Nunn dışında diğer grup üyelerine kendini pek beğendirememişti. Hatta bas gitarist John Crawford nefret ettiğini, parçanın grubun sound‘una da, genel müzikal çizgilerine de uymadığını söyleyip durmaktaydı. Grubun geri kalanı da bu fikre kulak verip parçadan vazgeçmek üzereyken, plak şirketinin ısrarıyla parça yayınlandı ve büyük başarı elde etti. Ama grup bundan bir yıl sonra dağılmaktan kurtulamadı. Bugün Berlin’i hatırlayanların yaşı 40’larda.

3) Robert Plant / “Stairway to Heaven”

Klasik rock müziğin kilometre taşlarından biri olan bu parça konusunda Robert Plant 80’lerin sonundan itibaren, olumlu konuşmakta zorluk çekiyor: “‘Stairway’i 1971’de yaptık, o yıllarda büyük sükse yapmış ve sevilmişti. Ama bu kadar yıldan sonra artık bıktığımı söyleyebilirim.” Plant’in bazen “kanlı düğün marşı” diye bahsettiği bu parçadan soğumasına, Jimmy Page’in konserlerde parçanın sonuna eklediği ağdalı ve bitmek bilmeyen soloların neden olduğu da dedikodular arasında.

4) Coldplay / “Speed of Sound”

Grup, X&Y albümü için yaptıkları yeni bestelerinden birinin Kate Bush’un Running Up That Hill‘inden kopyalanmış gibi olduğunu farkedip parçayı değiştirmeye çalışmıştı. Kate Bush’tan kaçmayı başardılar. Ancak parça artık pek de mutlu oldukları bir halde değildi. Albümün çıkışı yaklaştığı ve plak şirketi de parçayı beğendiği için istemeyerek ilk 45’lik olarak “Speed of Sound” seçildi. Ama grup bu parçayı canlı çalmamakta ısrarlı.

5) The Beatles / “When I’m Sixty-Four”

Beste makinası Paul McCartney‘nin yapıp gruba sunduğu ve John Lennon‘ın nefret ettiği sayısız parçalardan biri de “When I’m Sixty-Four”du (64 olduğumda). Lennon parçanın “anneanne müziği” olduğunu iddia ediyordu ki, ismine bakınca haksız sayılmazdı. Ama asıl itiraz noktası, parçanın tamamen McCartney’e ait olmasıydı. “Ben asla böyle bir parça yapmam,” diye söylense de, Sgt. Pepper’s Lonely Hearts Club Band albümüne girmesine engel olamadı.


Filed under: Müzik Tagged: berlin, coldplay, led zeppelin, listeler, radiohead, the beatles

Robin Williams (1951-2014)

Lauren Bacall (1924-2014)

Burçlar ve yazarlar: Aslan

$
0
0

Sırma Köksal’ın 2003’te Radikal Kitap’ta yayımlanan, burçlar üzerinden yazarları inceleyen yazı dizisini, yazarın da izniyle bu yıl Koltukname’de paylaşacağız. Aradan geçen 10 yıldan sonra okurlarca yeniden keşfedilmesi ve sizleri de bizleri ettiği kadar mutlu etmesi ümidiyle.

Lüks Aslan’ın Harcıdır

Bonatti-Leon_c1300Aslan kedigiller ailesinden haşmetli bir hayvandır, Ormanlar Kralı olarak bilinir. Yırtıcı ve tembel bir avcıdır, avını şiddete başvurarak kısa sürede yakalar, üstüne krallar gibi uzun uzun dinlenir, kebap yapar. Aslan her şeyin en parlağını sever, yıldızı doğal olarak Güneş’tir.

Dorothy Parker, “Siz lüksünüze bakın, lüzumlu işler kendi başının çaresine bakar,” diye buyurmuştu bütün Aslanlığıyla. Lüks Aslan’ın harcıdır, sıradan ölümlülerin başına iş açabilir. Üstelik sıradan ölümlülerin başına iş açması Aslanlar’ı rahatsız da etmez. Mesela George Bernard Shaw, “Paralı sınıfları tanıdıkça giyotini daha iyi anlıyorum,” demişti. Shaw Aslan’dı (Napoléon da), paralı sınıflardan tanıdıkları ise büyük ihtimalle Aslan değildi. Çünkü Aslan genellikle giyotine gerek bırakmadan parasını, malını, mülkünü paylaşmaya hazır, cömert birisidir. Aslan’ın paylaşmaya razı olmayacağı tek şey iktidardır. Elias Canetti, ister yaşıyor olsun ister ölmüş olsun, Tanrı hakkında konuşmamayı imkânsız buluyordu, ne de olsa bu kadar uzun süre ortalıkta olmuş biriydi Tanrı.

Aslan geri planda kalmayı, herhangi birinden sonra gelmeyi sevmez. Sevdiği ve elde ettiği şeylerin de en iyisi olmasını ister her zaman. Turgut Uyar, Tomris Uyar’la evlenmişti, en yakın arkadaşı ise Edip Cansever’di. Ama bu doğaldır, Edip Cansever de Aslan’dı, o da en iyisini istiyordu, onun için onun da en yakın arkadaşları Uyar çiftiydi.

Aslan hayatı, eğlenmeyi, gülmeyi, başkalarını büyülemeyi ise çok sever. Espri duygusu ise ancak kendine güveni tamam olduğunda gelişir. Vitold Gombrovicz kendine güveni tam Aslanlardandı ama espri duygusu da iyi kötü yine kendine yontmaktan yanaydı. Aslında Aslan genellikle iyimser birisidir. Kış geldiğine göre bahar uzakta olabilir mi, diye sevinirdi Shelley. O da otorite tanımaz, iyimser bir romantikti. Aslan zaten romantiktir. Hem de biraz demode biçimde romantiktir. Zelda Fitzgerald, artık soyu tükenmekte olan insanlara hitap edecek çok güzel bir roman yazmak isterdi: “Sadakat, küçük düzenli dünyalar ve pop şarkıların felsefesiyle yaşayan insanlar hakkkında bir kitap.” Ama Aslan pek uzakgörüşlü değildir, bu insanların soyu hiç tükenmez.

Dünya dediğiniz yer Aslan, Terazi, Boğa ve diğerleriyle doludur. İyi ki doludur çünkü Aslan zaman zaman yalnız kalmak ihtiyacı hissetse de yalnızlığı pek sevmez. Çevresinde hep elit insanlardan oluşan bir kalabalık bulunsun ister, yazar olmadığında da ister bunu. Edebiyat ajanı Barbaros Altuğ da onun için kendine seçme yazarlardan oluşan bir maiyet toplamıştır. Bazıları onlara kıl olur ama Aslan’ın yaptığı şeyler diğerlerini sık sık kıl edebilir. Çünkü onun gözünde dünya en son piyesini sergileyeceği bir sahnedir. Kendisi için bir şeyler yapmayı pek aklı almaz. Raymond Chandler bir insanın gizli gizli de olsa bir kâğıda bir şeyler yazmaya başladığında bunu illa ki yayımlamak isteğiyle yaptığına inanırdı. Buradan da anlaşılacağı gibi Aslan yaptıklarını denize atmaz. Denizle ilişkisi daha başka türlüdür, merak edenler Melville’in Moby Dick‘ini okusunlar. Aslan seyrek ama yeterli kudrette öfkelenir. Ortalığı birbirine katar. Bu da olsa olsa Başak’ın işini zorlaştırır.

 

***

Aslan yazarları
Dorothy Parker / George Bernard Shaw / Elias Canetti / Turgut Uyar / Edip Cansever / Vitold Gombrovicz / Zelda Fitzgerald / Shelley / Herman Melville / Raymond Chandler

(Görsel, astrolog Guido Bonatti‘den, 1277 civarı yapıldığı tahmin edilen bir gravür. Diğer burçlar için bkz. YengeçİkizlerBoğaKoçBalıkKovaOğlak.)


Filed under: Edebiyat, Kitaplar Tagged: astroloji, burçlar, burçlar ve yazarlar, deneme, dorothy parker, edip cansever, elias canetti, george bernard shaw, herman melville, raymond chandler, shelley, sırma köksal, turgut uyar, vitold gombrovicz, yengeç, zelda fitzgerald

Yasaklar, yasaklar…

$
0
0

censor1-600x400

Şu dünyada duymamanız ya da görmemeniz gereken bir şeyler varsa eğer, buna şahsen karar vermeyi istemeniz çok doğal. Ama işlerin hep böyle yürümediğini biliyoruz. Bir aklıevvel çıkıp size neyi bilip neyi bilmeyeceğinizi söylemeye her zaman hazırdır. Bunu da gelenek, görenek, yasa, ahlak, genel geçer kurallar gibi zaman zaman oldukça tartışmalı hükümlere dayandırır. Bereket, artık teknoloji imdada yetişiyor. Önceki yıllarda “yasak” delmek, duruma göre zorlu bir sürece işaret edebilirdi. Oysa bugün “yasaklamak” eylemi, internetin sunduklarını düşününce anlamını yitiriyor. Hele de konu sanat, müzik olunca. Ülkemizin yasaklar konusundaki bayraktarlığı malumunuz. Özellikle 80’ler bu konuda zirve yıllarıydı. Pek de gizlemediği ve dönemin asker kökenli idarecilerini huzursuz etmesi pek olası cinsel kimliğine rağmen, Zeki Müren dışında sansüre uğramayan müzisyen pek yoktu. (Oysa bu konuda sadece bir adım ileri giden Bülen Ersoy, aforoz edilmişti). 80’lerin sansür makinesi sıkı çalışıyordu:

Sezen Aksu’nun “Sarışınım” şarkısı bestecisi Ermeni olduğu için;
Şanar Yurdatapan‘ın tüm albümleri sosyalist olduğu için;
Cem Karaca’nın 1 Mayıs albümü, “komünizm propogandası içerdiği” için;
tüm arabesk müzisyenleri zaten “arabesk denen ucubeyi icra ederek halkın beğenisini ve moralini bozdukları” için;
Barış Manço’nun “Lambaya Püf De” şarkısı müstehcen olduğu için;
Yine Manço’nun “Arkadaşım Eşek” şarkısı “insanın arkadaşı eşek olamaz” gerekçesiyle (hatta Manço’ya “bunu kuzuyla değiştir önerisi bile yapılmış);
Bulutsuzluk Özlemi’nin “Güneye Giderken” parçası “soldan güneş yükseliyordu” sözlerini içerdiği için (“güneş sağdan ya da soldan yükselemez” yorumuyla);
Ada Sahillerinde Bekliyorum” ise Adnan Menderes ve yargılandığı Yassı Ada’yı çağrıştırdığı için;
Grup Yorum ise zaten var oldukları için yasaklanmışlardı.

Gelenin gideni arattığı bir ülkede yaşadığımız için, bunlara gülümseyerek bakıyor olmak sizleri endişelendiebilir. Haklısınız. İçinizi biraz rahatlatacaksa, dünyanın başka yerlerinde de sansüre uğrayan çok sayıda müzisyen olduğunu hatırlatalım. Kim derseniz, örneğin Roger Waters. 1984 yılında Pink Floyd’dan ayrılışı sonrası, Eric Clapton‘ı da dahil ettiği kadrosuyla yaptığı ilk albüm, The Pros and Cons of Hitchhiking olmuştu. Bir otostopçuyla yaşanan ve yer yer “yetişkinlere” yönelik maceraları konu edinen rüyaları anlatan albümün kapağında, Linzi Drew adlı bir soft-porno yıldızının, ünlü illüstratör Gerald Scarfe tarafından çizilmiş çıplak bir resmi bulunuyordu. Albümün kapağı özellikle kuzey Amerika’da dindar kesimin, Avrupa’da da feminist grupların sert tepkisini çekmişti. Bunun üzerine Drew’un kışkırtıcı kalçaları, eskiden Türk gazetelerinde –ne işe yaradığı bilinmese de– gördüğümüz göz bantlarına benzer bir bantla sansürlenmiş, albümün satışına ancak bu şekilde devam edilebilmişti. Waters’ın Türkiye’deki bir başka sansür tecrübesi de 1982 yılında Alan Parker’ın yönettiği The Wall filmiyle gerçekleşmişti. Film, dönemin askerî yönetimi tarafından sakıncalı bulunmuş, her nasılsa gözden kaçarak sinemalarda iki hafta kadar gösterildikten sonra yasaklanmıştı.

Erotizm dozu yüksek olduğu için ABD’de yasaklanan tek albüm kapağı Roger Waters’a ait değil. Almanların ünlü hard rock grubu Scorpions da böyle bir kapak sebebiyle sansüre uğramıştı. Ünlü tasarımcı Storm Thorgerson tarafından hazırlanan Lovedrive kapağı, bir arabanın arka koltuğunda oturan bir erkek ve bir göğsü açıkta olan kadın kompozisyonuyla oldukça iç gıdıklayıcıydı. Zaten Playboy dergisi tarafından 1979 yılının en iyi albüm kapağı seçilmesi de bir işaret olsa gerek. Ama ABD’li müzik dağıtıcılarını masumiyetine ikna etmek mümkün olmamıştı. Bunun üstüne, ABD’de bir akrep resmiyle albümün dağıtımına izin verildi. Meraklısı için not, Scorpions, 1976’da da Virgin Killer albümüyle -Almanlar için sıradan karşılanabilse de- sansasyonel bir kapak kullanmıştı.

Erotizm gibi bir diğer tabu olan din mefumuna dokunmak da, sansüre uğramak için geçerli bir sebep. Politik illüstrasyonlarıyla bilinen bir çizer olan Larry Carroll, daha önce Slayer’ın çok başarılı Reign in Blood, South of Heaven ve Seasons in the Abyss albümlerinin kaotik, şeytani, karanlık kapaklarını üretmişti. Slayer, 2006 yılındaki albümleri Christ Illusion için de Carroll’la çalışmak istemişti. Grubun kapak için talebi, umutsuzluk denizine düşmüş bir İsa resmiydi. Sonuçta ortaya çıkan eser, tek gözü olmayan, kolları kesik, kellelerin yüzdüğü bir kan denizinin ortasında ayakta duran bir İsa şeklindeydi. Grup kapak tasarımındaki İsa’yı “uyuşturucu müptelasına benzemesi” sebebiyle çok beğenmişti. Albüm Mumbai Hristiyan Birliği’nin tepkisiyle (nüfusun çok küçük bir kısmı olsa da, 25 milyon Hıristiyandan bahsediyoruz) Hindistan’da çıkar çıkmaz yasaklanırken, ABD’nin pek çok yerinde farklı bir kapakla satılmak zorunda kalmıştı.

Şaşırtıcı olsa da The Beatles da albüm kapağı sebebiyle sorun yaşayan gruplardandı. Sadece ABD, Kanada ve Japonya’da yayınlanan Yesterday and Today adlı derleme albümlerinin kapak çalışması oldukça sıradışıydı. Aslında kapak fotoğrafının da aralarında bulunduğu koleksiyon, Robert Whitaker tarfından 1966 yılında çekilmişti. Sıkıcı çekimlerden farklı olması için Lennon’ın fikirlerinden yola çıkılmıştı. Fotoğraflarda grup üyeleri kasap önlükleri, et parçaları ve oyuncak bebek uzuvlarıyla görülmektelerdi. Yesterday and Today kapağının bunlardan biri olması fikri ise Paul McCartney’ye aitti. Albümü DJ’lere ve müzik yazarlarına eleştiri için gönderen plak şirketi, çok sert tepkilerle karşılaşmıştı. Ürettiği 750.000 kopya için apar topar yeni ve “yenilir yutulur” bir kapak bastıran şirket, güç bela bir felaketin eşiğinden dönmüştü. İptal edilen ve “kasap kapağı” diye anılan kapak, 1987’de Capitol tarafından sınırlı sayıda piyasaya sürüldü.

John Lennon, yasaklar konusunda pek laf dinleyecek bir adam olmadığından, karısı Yoko Ono’yla yaptığı ve en basit tabirle avantgard denilebilecek bir albüm olan“Unfinished Music No. 1: Two Virgins için de enteresan bir kapak tasarlamıştı. 1968 tarihli albümün içeriğinden çok kapağının konuşulacağı kesindi… Tabii yine müzik dağıtıcıları duruma el koymasalardı. Kapak, kesekâğıdı renkli bir ambalaja sarıldı ve üzerine İncil’den bazı sözler yazıldı.

Guns’n Roses‘ın kapaklar konusunda başı belaya girmemiş zannediyorsanız yanılıyorsunuz. Appetite for Destruction albümünün orijinal kapağında bulunan robot bir tecavüzcü (!) ve onu cezalandırmaya gelen ne idüğü belirsiz bir cisim, çok provokatif bulunmuştu. Bu sebeple, orijinal kapak albümün içine kayarken, herkesin bildiği kurukafalı illüstrasyon dış kapak haline gelmişti. Yine de albüme “ebeveyn denetimi” etiketi yapıştırılması kaçınılmaz oldu. Axl Rose’un albüm için kapak fikri ise 1986’da fırlatma sonrası parçalanan uzay mekiği Challanger‘ın kaza ânındaki bir fotoğrafını kullanmaktı. Ama neyse ki birileri buna mani olmuş.


Filed under: Gündem, Müzik Tagged: guns n' roses, john lennon, pink floyd, roger waters, sansür, scorpions, the beatles, yasaklar

Gidemeyenler için seyahat rehberi: Tromsø

$
0
0

Rehberimiz, “Dünyada görülüp gezilecek, yaşanıp tadılacak o kadar çok yer, kültür ve yemek var ki!” diyenler için geliyor. Herhangi bir seyahat rehberine göz gezdirdiğinizde size, havalimanından şehir merkezine gidiş yolunu veya görülmesi gereken belli başlı turistik alanları gösterebilir; fakat sizi yerli halka karıştırmaz. Gidemeyenler için seyahat rehberiyle klasik anlamda seyahat rehberlerinin gözden kaçırdığı ve şehre esas havasını veren detayları paylaşmayı hedefliyoruz.

Norveçli Balıkçılara ve Narin Ellerine Selam Olsun

Havalar bize kışı özletecek kadar ısınmışken kuzeylere doğru planlar yapmanın vakti geldi bence. İskandinav ülkelerinin büyüsünü bir yana bırakın, Kuzey Kutup çizgisi çevresindeki yerlerin ayrı bir havası vardır. Lafın gelişi de değil, gerçekten gece yarısı güneşi, Kuzey Işıkları, fiyortlar derken kendinizi Disney çizgi filmlerinin açılış sahnesinde gibi hissedebilirsiniz.

1280px-Panorama_fjellheisen-improved

Tromsø

Vikingler, Samiler derken Orta Avrupa’dan çok farklı bir kültürle karşılaşıyor insan İskandinavya’da. Tanıştığı anda soğuk nevale olan insanları, paylaşılan sohbet ve alkolle birlikte içi yumuşacık tatlı birer sufleye dönüşüyor adeta. Biz şerefine, diyorsak onlar da skøl, diyor sonuçta. Bir nevi Viking şerefi, öldürdükleri kurbanlarının kafataslarının birbirine tokuşturulmasından çıkan sesten türediği söyleniyor… İçkilerini neyle içtiklerini söylememe gerek yok herhalde.

Kuzey Kutup dairesinin 350 km uzağında yer alan Tromsø’nun bir kısmı Tromsøya adındaki kara üzerinde, diğer bir kısmı da Norveç anakarası üzerinde bulunuyor. Golfstrim akıntısının etkisiyle aynı enlemde bulunan diğer şehirlere kıyasla daha sıcak bir iklime sahip. Tabii siz yine de kendi sıcağınızla kıyaslamayın, kışları Tromsø’da -20 dereceleri görmek olağan durumlardan.

Tromsø by day

Gündüz Tromsø

Tromsø’ya gidilmesinin başlıca sebepleri doğal güzellikleri. Bulunduğu enlem sebebiyle Orta Avrupa ve güney kesimlerde yaşayan insanlara yabancı olan doğa harikaları gerçekleşiyor bu Norveç’in en kuzey yerleşim biriminde. Gece yarısı güneşi, nisan sonu ile ağustosun ortalarına kadar güneşin adam gibi batmaması sonucu oluşur. Düşünün ki gece saat 2’de her yer aydınlık. Fotoğraf çekme tutkunu arkadaşlar için cennet olarak tabir edilen bir dönem bu. Bu dönemin bitmesiyle karanlığına tekrar kavuşan kuzey, bu sefer de Kuzey Kutbu Işıkları‘yla dans ediyor (kelimenin tam anlamıyla). Kuzey ışıkları, havanın kararmasıyla 18.00 ile 24.00 arasında görünür hale geliyor.

Northern Lights

Kuzey Işıkları

Son doğa harikamız olarak fiyortlar, Norveç kıyılarının vazgeçilmezlerinden. En iyi ve etkileyici haliyle Tromsø’dan çıkacağınız bir tekne turunda deneyimleyebilirsiniz kıyı şeridini. Böylece Norveçli balıkçıları da bir kez olsun yakından tanımış olursunuz. Neutrogena’yı (yazının bu kısmında reklam yerleştirmesi yapılmıştır, yine de sponsorluk alınmamıştır) senelerce boşuna kullanmadık.

Fjords

Fjords

Biraz da şehrin kendisiyle ilgilenecek olursak, Tromsø, küçük bir kültür merkezi olarak karşımıza çıkıyor; tipik ahşap Norveç evlerinden elektronik müziğe, modernist kilise mimarisinden dünyanın en kuzey enlemindeki camiye (biliyorsunuz bazı din adamlarının Ramazan ayında arıza vermesine sebep olmuştur) varana kadar. Müzik festivalleriyle ün yapmış Tromsø, aynı zamanda Röyksopp, Lene Marlin gibi müzisyenlere ve Insomnia festivaline de ev sahipliği yapar. Şehir içinde görülmesi tavsiye edilen yerleri sıralayacak olursak:

  • Dünyanın en kuzey iklimindeki Arktik Alp Botanik Bahçesi
  • Perspektivet Müzesi
  • Polar hayatı deneyimlemek içi Polar Müzesi
  • Şehri tepeden görmek isteyenler için Teleferik de imkânlar dahilinde.

Uzun lafın kısası, doğayı severim, yeniliklere açığım, soğuk hiç canımı yakmaz, Orta Avrupa’da görülecek bir şey kalmadı diyorsanız çare kuzeyler ve en güzeli de Tromsø.

Norwegian wooden houses

Norveç’in tahta evleri


Filed under: Uğrayınız: Tagged: gece yarısı güneşi, gidemeyenler için seyahat rehberi, kuzey ışıkları, Norveç, Tromsø

Elveda Messenger (1999-2014)

$
0
0

msn-messenger-3

Microsoft, 15 yılın ardından MSN Messenger’ı kaldıracağını açıkladı. WhatsApp’lardan, Viber’lardan, SnapChat’lerden, hatta yine Microsoft’un sahip olduğu Skype’tan önce MSN Messenger vardı. Bugünkü emoji‘lerin atası sayılabilecek sarı sarı suratlarla (emoticon‘lar) yazışır da yazışırdık. Ama ürünlerin 15 yıldan sonra “eski” ve “köklü” sayıldığı teknoloji dünyasında fazla nostaljiye mahal yok…

MSN Messenger’ın, gitgide daha fazla kullanıcı Skype’a geçtiği için tutunmakta zorlandığı söyleniyor. Chat programı ilk olarak 1999’da, AOL’in AIM hizmetine rakip olarak kurulmuştu. İki şirket de chat dünyasının tek hâkimi olmaya çabalarken, dünyanın belli yörelerinde AIM ama çoğu yerinde de MSN yaygınlaşmıştı.

Hâlâ MSN Messenger’dan vazgeçememiş sadık kullanıcılardansanız, 31 Ekim 2014’te resmen kovulacağınızı bildirmek isteriz. (Huh. Magazine aracılığıyla.)


Filed under: Medya Tagged: 2014, ölüm, internet, msn messenger

Haftanın Eğlencesi: Cinsiyet ayrımcılığı yapmayan paparazi manşetleri

$
0
0

Adlarını Fellini’nin La Dolce Vita‘sına borçlu olan paparazilerin, paparazi dergileri ile haberlerinin artık yalnızca popüler kültürün değil, günlük hayatlarımızın da kaçınılmaz bir parçası olduğu yadsınamaz. Zira haber almak için girdiğiniz gazetelerin internet siteleri bile bilmem kimin şok pozları, çarpıcı açıklamaları, şunun bunun kavgasıyla karşılaşıyoruz.

Paparazi ve paparazi haberlerinin yanlışları saymakla bitmez. Fakat Vagenda Magazine, özellikle manşetlerde göze batan cinsiyet ayrımcılığı meselesini ele almaya karar vermiş. Twitter takipçilerinden, meşhur kadınların giysilerine, makyajlarına, saçlarına, kilolarına odaklanan manşetleri yeniden yazarak “normalleştirme”lerini istemişler. Sonuç, her gün göre göre ne yazık ki alıştığımız, belki yadsımamız gerektiği kadar yadsımadığımız birçok yorumun ne kadar acayip olduğunu ortaya koyuyor.

Aşağıda, bu yeni manşetlerden bir seçki bulabilirsiniz. Tamamı ise, habere dikkatimizi çeken Huh. Magazine’de.

rewritten_headlines_02

ONLAR, “Dışarı makyajsız çıkan Amy Adams, Los Angeles’taki süpermarketin reyonlarında çıldırırken hiç de ihtişamlı değil,” DİYORLAR.

BİZ, “Kadın market alışverişi yapıyor, hâlâ beş tane Akademi Ödülü adaylığı var,” DİYORUZ.

rewritten_headlines_04

ONLAR, “Dışarı makyajsız çıkan Jennifer Garner, Los Angeles’ta kahve almaya giderken özenilesi vücudunu rüküş pantolon ile gömleğin altında saklıyor,” DİYORLAR.

BİZ, “Kadın kahve almaya çıkıyor. Bu görev için önceliği seksi giyinmek değil,” DİYORUZ.

rewritten_headlines_05

ONLAR, “Diğer Kardashian’lar ne diyecek? Kourtney öğle yemeğine bol eşofmanlarla giderek şık ailesini hayal kırıklığına uğratıyor,” DİYORLAR.

BİZ, “Eşofman giymiş kadın muhtemelen tüm ailesi tarafından evlatlıktan reddedilmedi,” DİYORUZ.

 

rewritten_headlines_06

ONLAR, “Girls için yapmayacağı şey yok! Lena Dunham popüler dizinin çekimlerinde çirkin şortlar içinde vücudunu gösteriyor,” DİYORLAR.

BİZ, “İnanılmaz derecede yetenekli yazar popüler dizinin üstünde çalışmaya devam ediyor,” DİYORUZ.

 

rewritten_headlines_07

ONLAR, “Rüzgâr gibi geçti! Siyahlara bürünerek vücudunu ortaya çıkaran Taylor Swift’in mükemmel saçları ani bir rüzgârla darmadağın oldu,” DİYORLAR.

BİZ, “Dışarısı hafif rüzgârlı,” DİYORUZ.

 

rewritten_headlines_09

ONLAR, “Hâlâ narin: 76 yaşındaki Jane Fonda, ilk aerobik videosunun yayınlanışından 32 yıl sonra alımlı bacaklarını gösteriyor,” DİYORLAR.

BİZ, “Kadın yaşlanıyor, kilo almıyor,” DİYORUZ.

 

rewritten_headlines_10

ONLAR, “George Clooney’nin seksi, başarılı avukatla nişanlandığı söyleniyor,” DİYORLAR.

BİZ, “Başarılı insan hakları avukatı, 52 yaşındaki, saçları kırlaşan aktörle nişanlanmış olabilir,” DİYORUZ.

 

rewritten_headlines_11

ONLAR, “Uma Thurman, 44. doğum gününde hardal rengi bir şapka ve sarı ceketle dışarı çıkarken yapayalnız kalmış görünüyor,” DİYORLAR.

BİZ, “Kadın evden çıkmak için refakatçiye ihtiyaç duymuyor,” DİYORUZ.

 


Filed under: Eğlence, Oyuncular, Popüler Kültür, Sinema Tagged: cinsiyet ayrımcılığı, manşetler, müzisyenler, paparazi, vagenda magazine

Burçlar ve yazarlar: Başak

$
0
0

Sırma Köksal’ın 2003’te Radikal Kitap’ta yayımlanan, burçlar üzerinden yazarları inceleyen yazı dizisini, yazarın da izniyle bu yıl Koltukname’de paylaşacağız. Aradan geçen 10 yıldan sonra okurlarca yeniden keşfedilmesi ve sizleri de bizleri ettiği kadar mutlu etmesi ümidiyle.

Oyuna Gelen Başak

Bonatti-Vergina_c1300Başak her şeyi denetim altında tutma merakıyla bilinir. Öyle değildir. Başak her şeyi denetim altında tutmak zorunluluğundan nefret eder, sıkılır, istemez öyle bir şey. Ama gelin görün ki her şey de kendi başına yolunda gitmez, işin ucu kaçar, Başak işin ucunun kendi başına yolunu bulamayacağından endişe eder, duruma müdahale eder, bunu kendine dert eder, sonra da şikâyet eder.

Başak şikâyet eder. Kendinden, hayattan. Kendi ve hayat her daim yolunda olsaydı Başak mutlu olurdu. Ama dünya bir tek Başak için kurulmamıştır, sürprizlerden hoşlanan insanlar da vardır, Başak bundan rahatsız olur. Bencil olduğu için değil, insanların başına geleceklerden endişe ettiği için. Bu durumda Başak akıl verir. Verdiği akıllar işlerin çığrından çıkması korkusunu taşır; herkesin her şeyi bozmaya niyetli olduğu zannına kapılabilir, dünyayı düşman belleyebilir, onun için de zaten yeteri kadar sorunlu olan durumların bile titizlikle korunmasına taraftar olan akıllar verebilir. Özdemir İnce Hürriyet‘teki yazılarında bunu yapmaktadır. Ama aslında Hegel de, bir şeyi yeni öğrenmeye başlayanlar hata bulur, akademisyenler ise her şeyin iyi yanını görür, diye buyurmuştu. Bu durumda bizler, yani mevcut durumda bir hata olduğunda kuşkulananlar genç öğrenciler oluyoruz da, İnce kemale mi ermiştir?

Ama bu çaylaklıktır. Sizinle ilgilendiğini sandıklarınızın, sizin değerlerinizle de ilgilendiğini sanmak yani. Memleket fişleme usulü hepimizle ilgilenmektedir ama savunulan nice değeri gözardı etmektedir aslında. Memleket Başak değildir ama bizimle ilgilenenlerin bizim değerlerimize de saygı duyacağını sanmanın çaylaklık olduğunu söyleyen D.H. Lawrence Başak’tır. Zaten Başak hayattaki bu çelişkilere hep dikkat eden bir burçtur, George Bataille da gerçeğin tek yüzünün çelişkilerin vahşi yüzü olduğunu belirtmişti. Başak tüm bunlardan dolayı canı sıkılan bir burçtur. Hem de çok sıkılır. Üstelik bir tek yakınmakla da yetinmeyebilir. Pavese, “Sözler bitti, artık eylem,” deyip intihar etmişti.

Aslında Başak’ın hayatta istediği de fazla bir şey değildir, yolunda giden bir hayat. İşte o kadar. Başak düzen, intizam, temizlik ister. Perihan Mağden de bu konudaki sıkıntılarını sık sık dile getirir. Zaten gaga burunlu şişelere doldurulmuş deterjanların önemini, daha doğrusu ambalajların gaga burnunun ne kadar hayati bir ihtiyaca cevap verdiğini yazsa yazsa bir Başak yazar. Başak böyledir, ayrıntıcıdır, ayrıntılarda titizlenir, titizlenmeye hiç üşenmez. Samuel Johnson da hiç üşenmezdi çalışırken. Ciltlerce eser vermişti ama tembellikten yakınırdı. Başak tatmin olması da, edilmesi de zor bir burçtur. Radikal Kitap‘ın yayın yönetmeni Cem Erciyes de Başak’tır, yazılar kısaldı diye şikâyet eder ama her yazıda en az bir cümleyi siler atar. Başak’tır, yapar.

Başak eleştirmeden duramaz. Öyle ki Stanislav Lem, eleştirecek şey bulamadığında, olmayan bir kitap üzerine yazdığı bir eleştiriden kitap çıkartmıştı: İnsanın Bir Dakikası. Üstelik kitabın bir sonraki bölümü, bir önceki baskı için yazılmış olduğu iddia edilen eleştirinin eleştirisiydi. Ama Başak bu çalışkanlığıyla gösteriş yapacak biri değildir. Daha ziyade yaptığı işin keyfini sürmeyi sever. O. Henry, işine saygısı olan bir hırsızın birşey çalmadan önce keyfine bakacağını söylerdi.

Keyfine bakan hırsız-detektif Bernie Rhodenbarr acaba Başak mıdır? Başak olduğu için mi Goethe’nin dediğini uygulamaktadır? Goethe her insanın günde en az bir kere iyi bir resme bakmasını, iyi bir şiir okumasını, iyi bir müzik dinlemesini gerekli görürdü. O zamanlar radyo yoktu, söylediğini yapmak kolay değildi. Ama Başak hayatta çalışmaya inanır zaten. Tek sorun çalışırken aklının dağılıp durmasıdır. Çünkü hayat Başak’a sıkı bir oyun etmiş, bu düzen, intizam meraklısı insanın başına yıldız diye en oynak gezegen olan Merkür’ü vermiştir; Merkür sık sık ters gider, Başak da sık sık ters döner, huysuzlaşır. Cinayet planları yapmaya kadar vardırır işi. Cinayetler kraliçesi Agatha Christie de Başak’tı haliyle. En mükemmel kocanın kadını yaşlandıkça daha cazip bulacağı gerekçesiyle arkeologlardan çıkacağına inanırdı. Ama bir Başak’ın arkeologda çekici bulacağı şey didikleme huyudur. Arkeologlar da, Başaklar da didikler. Her şeyi!

Bu iyi bir şey midir, bu kendi bilecekleri iştir ama Başak bazen yorar, daha da kötüsü kendisi sık sık yorulur. Karamsarlığa kapılır. William Golding de Başak’tı, iyimser olduğu söylenemezdi. Adorno da Başak’tır, o da iyimserliğiyle bilinmez. Olsa olsa “Kültürün en vazgeçilmez parçası eleştiridir,” diyen yanıyla bilinir. Arthur Koestler ise tarihin kulaklarımızı çınlatan en sürekli sesinin savaş davulları olduğunu söyleyerek konuya girerdi. Başak iyimser değildir ama gerçekçidir. Zaten dünyevi ve ayakları yere basan bir burçtur, havada olan aklıdır. O gezinip durur. Durum budur! Ama havada gezinen bir akıl Başak’a sorumluluklarını unutturmaz. Bilir ki kendinden sonra gelen Terazi’dir, durumu ne kadar yoluna sokarsa o kadar iyidir. Çünkü bu Terazi’nin becereceği bir iş değildir.

***

Başak yazarları
Özdemir İnce / Perihan Mağden / D.H. Lawrence / Hegel / George Bataille / Cesare Pavese / Samuel Johnson / Stanislav Lem / O. Henry / Johann Wolfgang von Goethe / Agatha Christie  / William Golding / Arthur Koestler / Adorno

(Görsel, astrolog Guido Bonatti‘den, 1277 civarı yapıldığı tahmin edilen bir gravür. Diğer burçlar için bkz. AslanYengeçİkizlerBoğaKoçBalıkKovaOğlak.)


Filed under: Edebiyat, Kitaplar Tagged: adorno, agatha christie, arthur koestler, astroloji, özdemir ince, başak, burçlar, burçlar ve yazarlar, cesare pavese, deneme, dh lawrence, george bataille, hegel, johann wolfgang von goethe, o henry, perihan mağden, samuel johnson, stanislav lem, sırma köksal, william golding

Haftadan Kalanlar (Video Baskısı) // 1-7 Eylül 2014

$
0
0

Haftadan Kalanlar‘ın bir başka Video Baskısı‘yla karşınızdayız. Çünkü sonbaharın ilk günlerinde hava her gün biraz daha erken kararırken eve kapanıp rasgele videolar izlemek gibisi yoktur!

vf_une_david_lynch_9432.jpeg_north_240x320_white* Dikkat, uçmaktan korkanlar izlemesin! Temmuz ayında Barselona Havaalanı’nda iki tane uçak pistte çarpışmaktan son anda kurtuldu. Rus havayolu UTair’in Boeing 767 uçağı tam iniş yapmak üzereyken Aerolineas Argentineas’ın Airbus A340’ı kalkış için pistte karşısına çıkıyor ve Rus uçağı acilen tekrar yükselişe geçiyor. Ve kıl payı önlenen bu kaza, tam o sırada tesadüfen çekim yapan biri tarafından YouTube’a yüklenerek büyük dikkat çekiyor. Videonun milyonlarda insan tarafından izlenmesi üzerine, İspanyol yetkililer, aslında hiçbir çarpışma tehlikesi olmadığına, iki uçak arasında iniş yapılacak kadar mesafe bulunduğuna dair bir açıklama yaptı. İnanıp inanmamak artık size kalmış. (RT aracılığıyla.)

 

Friends‘in geri gelmesini isteyenlere Jimmy Kimmel’dan sürpriz. Vasatlığı aşıp eğlenceli seviyesine ulaşamamış maalesef, yine de nostalji yapmak için gayet uygun.

 

* Bir süredir internette dolaştığından pek yeni sayılmaz ama tekrar tekrar paylaşılabilir nitelikte: MÖ 1000 yılından günümüze, Avrupa’nın haritası. (Live Leak aracılığıyla.)

 

* Müthiş heyecan verici bir haber: The Family Guy ile The Simpson‘ın ortak bölümü geliyor! Amerika’da 28 Eylül’de yayınlanacak bölümden tadımlık bir parçayı aşağıda bulabilirsiniz. (Vulture aracılığıyla.)

 

* Yatay hortum! Ya da tüp şeklinde bulut! Adı ne olursa olsun, nefes kesici bir manzara oluşturduğu inkâr edilemez. (IFLScience aracılığıyla.)

 

* Buz kovası meydan okumalarından illallah geldi ama David Lynch’inkini de paylaşmasak olmaz. Üstelik espressolu!

 


Filed under: Haftadan Kalanlar Tagged: 36. hafta, video baskısı

Kezban Akcalı

Viewing all 354 articles
Browse latest View live