Quantcast
Channel: Koltukname
Viewing all 354 articles
Browse latest View live

Amerika’nın en eski sol sesi artık yok

$
0
0

Hayatı, John Steinbeck ve Louis Begley romanlarının bir karışımı gibiydi. 1919′da New York’ta bir keman öğretmeninin oğlu olarak doğmuştu. Müzik, içinde öyle büyük bir tutkuydu ki, Harvard’daki sosyoloji eğitimini yarım bırakıp kendini tarihi folk şarkılarına ve güney eyaletlerinin blues müziğine adamıştı. Amerikan entelektüelleri siyahlardan “nigger” (zenci) diye bahsederken, o, ırk ayrımcılığına ve her tür yabancılaştırmaya karşı türkülerini neredeyse bir ömür söyledi. Onu televizyonlarda son olarak 18 Ocak 2009 tarihinde, ilk siyahi ABD Başkanı Barack Obama’nın görevi devralışında düzenlenen halk konserinde izlemiştik. Ve Pete Seeger, tek başına yazdığı bir tarih hüviyetindeki yaşamına, bu yılki Grammy ödüllerinin dağıtılmasından birkaç saat sonra nokta koydu.

Seeger, neredeyse yüzyıla dayanan ömrü boyunca, hep ezilenlerin, işçilerin, çiftçilerin, emeğiyle zor şartlarda yaşamını sürdürenlerin öykülerini anlattı. Ama Seeger’ın hayatının bir müzik yıldızınınki gibi geçtiğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. 1949 yılında Woody Guthrie‘yle The Almanac Singers adlı grubu oluştururken, aynı yıl “Peoples Song” (Halkın Türküsü) adlı ilk folk müziği sanatçıları sendikasını da kurmuştu. Komünist partisinin bir sempatizanı ve yarı üyesi olarak başkan McCarthy’nin kara listesine girmesi uzun sürmedi. Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi tarafından ifadeye çağrıldı ve 10 yıl hapse mahkûm edildi. Bir yıllık mahkûmiyet sonrası özgür kalsa da, bu olay sonrası anaakım medya Seeger’ı yıllarca görmezden geldi.

Seeger’i cümle âleme gerçekten tanıtan, yeni folk müziği sanatçılarının ikinci kuşağı oldu. Bu kuşaktan Peter, Paul & Mary, “If I Had a Hammer“la (Bir çekicim olaydı) dünya çapında üne kavuşmuşlardı. Seeger tarafından düzenlenmiş bir Gospel örneği olan “We Shall Overcome” (Üstesinden geliriz), dönem gençliğinin marşı olmuştu. Modern müzisyenler üzerinde etkisi öyle büyüktü ki, Joan Baez’den Bob Dylan’a, Billy Bragg’dan 2006′da “We Shall Overcome: The Seeger Sessions” adlı bir albüm çıkaran Springsteen’e kadar sayısız büyük isim ona saygı duruşunda bulunmak için sıraya girdi.

Tüm bunlar olurken Seeger, savaş karşıtlığına, sivil hakların savunuculuğuna, doğa katliamlarına karşı çıkmaya, ırkçılıkla aktif mücadeleye hiç ara vermedi. Clearwater adlı çevre örgütünün kurucularından oldu, George W. Bush’un savaş yanlısı politikalarına karşı kampanya yürüttü, Uluslararası Af Örgütü‘nü desteklemek için çalıştı ve kapitalizm karşıtı bir hareket olan Wall Street İşgali‘ne destek verdi. Ölene kadar bir kendisini bir komünist olarak tanımlasa da, Stalin’in uygulamaları sebebiyle Sovyetler Birliği’ne hep mesafeli durdu.

Artık Amerika’nın en eski sol sesi, sadece kayıtlardan dinlenebilir olacak.


Filed under: Müzik Tagged: 2014, ölüm, folk, pete seeger

Mark Twain’den çocuklara okuma önerileri

$
0
0

UnknownDaha önce “bıyık altından gülme ustası” olarak tanımladığımız Mark Twain, Papaz Charles D. Crane’e yazdığı aşağıdaki mektupta, papazın ricası üzerine bir kız bir de oğlan çocuğu için kitap önerilerinde bulunuyor. Ayrıca en sevdiği on iki yazarı sıralaması istenen Twain, tam da kendinden beklenecek komik bir yanıtla, bunun evlilikten bile daha büyük bir sorumluluk olduğunu belirtiyor.

Twain’in çocuklara yaptığı öneriler oldukça ağır şey eserler. Buradan çocuklara her zaman yetişkin muamellesi yaptığını bir kez daha anlayabiliriz galiba.

Mark Twain Project‘ten Neda Salem’e göre, Twain’in en sevdiği kitaplar arasında saydığı kendi eseri, “BB”, muhtemelen “1601″ adlı Elizabeth Çağı taşlaması. Neden ”BB” olarak andığı bilinmiyor.

Twain’in, yangından insan kurtaran genç centilmenlere, ayrıca hırsızlara yazdığı notları okumak isterseniz buraya, ender görüntülerinden birini görmek isterseniz de buraya buyurabilirsiniz. Çalınan Taç, Tom Sawyer’ın Maceraları ve Seçme Öyküler adlı eserlerine İş Bankası Kültür Yayınları’ndan, Adem’le Havva’nın Güncesi ve Bir Cinayet, Bir Sır ve Bir Evlilik‘e de Yapı Kredi Yayınları’ndan ulaşabilirsiniz. Ayrıca Tom Sawyer’ın Maceraları‘nın Desen Yayınları’ndan çıkan çok hoş bir çizgi romanı mevcut. Twain’le ilgili daha farklı bir çalışma için de Joyce Carol Oates’un, beş farklı Amerikalı yazarın son günlerini hayal ettiği Vahşi Geceler!‘ini öneririz.

Mektubun çevirisi, görsellerin altında. Habere dikkatimizi çeken Sevengül Sönmez‘e teşekkür ederiyoruz. (Slate aracılığıyla.)

TwainLetterFinal1.jpg.CROP.original-original TwainLetterFinal2.jpg.CROP.original-original

 

Hartford, Ocak, 20/87.

Saygıdeğer Beyefendi;

Henüz yeni seyahate çıktım ve soruları zihnimde tartıp yanıtları eni konu düşünecek vaktim yok; yine de şansımı deneyeceğim, şöyle:

=1.Macaulay;
Plutarkhos;
Grant’in anıları;
Crusoe;
Bin Bir Gece Masalları;
Gulliver.

= 2. Kız için de aynıları geçerli, yalnızca Crusoe yerine Tennyson gelecek. 3 no.yu bu kadar ani bir şekilde yanıtlayamam. İnsan on iki yazar seçeceği zaman, iyi günde kötü günde, babalarla annelerini terk edip yalnızca ama yalnızca onlara, ölüm ayırana dek onlara sarılacağı zaman korkunç bir sorumlulukla karşı karşıya kalıyor; sıradan bir şahısla, boşanılabilecek bir kadınla yapılan evlilik, laubalilik dolu bir törene dönüşüyor.

Listeme şunları ekleyeceğimi biliyorum: Shakespeare, Browning, Carlyle (yalnızca Fransız Devrimi), Sir Thomas Malory (King Aurthur), Parkman’ın Tarihleri (yüz tane olsaydı yüzünü alırdım); Bin Bir Gece Masalları; Johnson (Boswell’inki) çünkü o ihtiyar, kayıtsız gazölçerin kendi sesini dinlemesini görmek hoşuma gidiyor, Jowett’s Plato ve ”B.B.” (birkaç yıl önce yazdığım bir kitap, yayımlatmak için değil, yalnızca kendim okumak için.)

Bunlardan eminim; diğer üçünü de ekleyebilirdim — ama hata yapmamak için hakkımı birkaç yıl açık tutmak istiyorum.

Saygılarımla,

S.L. CLEMENS


Filed under: Kitaplar, Yazarlar Tagged: mark twain, mektup, okuma önerileri

Vicdan

$
0
0
richard

III. Richard’ın, bir otoparkın altında bulunan kemikleri.

 

Yok, pek bulaşmak istemem ona…
Ürkek yapıyor insanı; çalacak olsan suçlar,
Küfredersin ayıplar;
Komşunun karısıyla yatamazsın, yakalar;
Vicdan, insanın içinde durmadan başkaldıran
Yüzü kızaran, utangaç bir ruhtur.
Hep sorun yaratır: Bir gün
Rastlantıyla bulduğum bir kese altını
Zorla geri verdirdi sahibine
Eğer vicdana sahipsen hazır ol dilenmeye.
Tehlikeli diye kovulur kentlerden, kasabalardan.
İyi yaşamak isteyen insan kendine güvenir,
Onsuz yaşamaya çalışır.

 

III. Richard, William Shakespeare, Çev. Özdemir Nutku, İş Bankası Kültür Yayınları


Filed under: Edebiyat, Gündem, Kitaplar Tagged: iii. richard, iş bankası kültür yayınları, vicdan, william shakespeare

Virginia Woolf’un eşine veda mektubu: “Kimselerin bizden daha mutlu olabileceğini sanmıyorum”

$
0
0

 

Virginia Woolf

Michael Daye çalışması. Daha fazla bilgi için resmin üstüne tıklayınız.

Virginia Woolf, paltosunun cebine taşlar doldurup evinin yanındaki ırmağa girdiğinde 59 yaşındaydı. Hayatı boyunca faklı farklı dönemlerde akıl hastalığıyla boğuşan Woolf, bu döngüyü daha fazla sürdüremeyeceğini hissetmişti. İntiharından önce kocası Leonard Woolf’a yazdığı veda mektubunda bunu açıkça ortaya koyuyor. Trajik bir hayatın hazin sonunu okuyoruz bu mektupta.

Woolf geriye dokuz roman, öykü derlemeleri ve birçok deneme bıraktı. Toplu eserlerine Türkçede İletişim Yayınları ile Kırmızı Kedi Yayınevi‘nden ulaşabilirsiniz. Yazarın hayatını merak edenlerse Anthony Curtis‘in ya da Quentin Bell‘in yazdığı biyografilere göz atabilirler. (Des Lettres aracılığıyla.)

 

28 Mart 1941

Sevgilim,

Yeniden delirmekte olduğumdan şüphem yok: Böyle korkunç bir dönemi bir kez daha kaldıramayacağımızı hissediyorum. Aynı zamanda, bu kez toparlanmayı başaramayacağımı da seziyorum. Yeniden sesler işitmeye başladım ve dikkatimi toplayamıyorum.

Bu durumda bana en doğru görünen şeyi yapıyorum. Bana olabilecek en büyük mutluluğu yaşattın. Benim için başka kimsenin olamayacağı insan oldun. İki varlığın bu korkunç hastalık gelene kadar olduğumuzdan daha mutlu olabileceğini sanmıyorum. Daha fazla mücadele edemeyeceğim. Senin hayatını da ziyan ettiğimi biliyorum. Ben olmasam çalışabilirdin. Çalışacaksın da, biliyorum.

Görüyorsun, doğru dürüst yazmayı bile başaramıyorum. Okuyamıyorum. Söylemek istediğim, hayattaki tüm mutluluğumu sana borçlu olduğum. Bana karşı her zaman tam bir sabır timsali oldun ve inanılmaz iyiydin. Sana bunları söylememe gerek yok — herkes biliyor zaten.

Beni kurtarabilecek biri olsaydı, o sen olurdun. Hiçbir şeyden senin iyiliğinden olduğu kadar emin olmadım. Hayatını ziyan etmeye daha fazla devam edemem. Kimselerin bizden daha mutlu olabileceğini sanmıyorum.

V.

Fransızcadan çeviren: Birsel Uzma


Filed under: Kitaplar, Yazarlar Tagged: ölüm, intihar, leonard woolf, mektup, virginia woolf

Burçlar ve yazarlar: Koç

$
0
0

Sırma Köksal’ın 2003’te Radikal Kitap’ta yayımlanan, burçlar üzerinden yazarları inceleyen yazı dizisini, yazarın da izniyle bu yıl Koltukname’de paylaşacağız. Aradan geçen 10 yıldan sonra okurlarca yeniden keşfedilmesi ve sizleri de bizleri ettiği kadar mutlu etmesi ümidiyle.

Koç’a Koç’tan Dost

Bonatti-AriesKoç, zodyağın ilk burcudur, şuursuzdur. Burçların baştan aşağı bir hurafe olduğunu savunan aydınlanmacı kafalıların çoğu da zaten Koç’tur. Burçlara inanmadıkları gibi, burçların, insanların yüzüne söylemenin pek hoş kaçmayacağı gerçekleri genelleyerek söylemenin bir yolu olduğunu da kabul etmezler.

Zaten genellikle hiçbir şeyi kabul etmezler. İnatçıdırlar. Bildiklerinden şaşmamak anlamında değil, bilmediklerini kabul etmemek konusunda. Bildiklerini okurlar. Yalnızca kendilerininkini. Mesela Descartes’ın adı Renee idi, ailesi, arkadaşları binlerce kez ona bu adla seslenmişti ama o ikna olmadı, varlığına inanmak için kendi düşüncelerine güvendi ve “Düşünüyorum, öyleyse varım,” dedi. Doğruydu, düşünüyordu, Koç olmak düşünmeyi engellemez ama sık sık fikir değiştirmeye neden olur. Bakınız Erdal Öz aynı kitabı bir hafta içinde iki kere raflara koydu, kaldırdı. Son durumun ne olduğunu kimse hatırlamıyor ama önemli değil, Koç da zaten hafızasıyla tanınmaz. Bazen o kadar hafızasız davranır ki insan onun kötü niyetli olduğuna bile inanabilir. Ama bir Koç nadiren kötü niyetli olur. Ancak o kafasının karışık olmadığını, onun yerine iyi bir karışım oluşturduğunu savunur. En azından Tennessee Williams durumu böyle dile getirmişti. Henry James ise kahramanlarından birini tanımlarken, ”Ufacık fırsatlara büyük hataları sığdırabilmek gibi karşılığı olmayan bir yeteneğine sahipti,” der. Koç olduğu için portresini çizdiği hanım da bir türlü hatalarından ders almayı bilmezdi ve hep yeniden başlayacak, yeni bir hataya daha atılacak gücü kendinde bulurdu. 

Koç genellikle asabidir. İncir çekirdeğini doldurmayan şeylerden hır çıkartabilir. Öfkesi aslında saman alevi gibidir. Koçlar genellikle yangını çıkartanın kendileri olduğunu unutup hoplaya zıplaya yardıma gelirler. Çünkü Koçlar böyle ateşli ilişkileri severler, ayrıca da ateş grubundandırlar. Böyle şeylerde tuhaf, tutkulu bir yan bulurlar. Buyrun size Pınar Kür’ün Bitmeyen Aşk‘ı. Bu kitapta hırdan gürden geçilmeyen bir aşk anlatılıyordu, öyle ki yazarın kendi bile, “Bıkkınlık verdi bu hikâye,” diyordu romanın sonunda. Aslında Koçlar birçok şeyden derhal bıkkınlık getirirler. Onun için Beckett hayatın trajedisini Godot’yu beklemek olarak düşünmüştü.

Aşk da Koçların başlarına dert ettikleri işlerdendir. Marguerite Duras, en sevdiği erkeklerin en fazla aldattıkları olduğunu yazmıştı. Koç şuursuz olabilir ama hiç değilse açıksözlüdür. Hem ne beklediklerini tam olarak bilmezler hem ordan oraya hoplayıp zıplamanın daha tutkulu olduğuna inanırlar hem de aşka âşıktırlar. Bir de üstelik meraklıdırlar. Bunun böyle olamayacağını onlara anlatmaya kalktığınızda ise hüzün yaparlar, işi hayatın katılığına verirler. Andersen işi, yaşamöyküsünün adını Hayatımın Şiirsiz Masalı koymaya kadar vardırmıştı.

Koçlar başarısızlıklarının bile başında muzaffer bir komutan edasıyla dikilirler. Ya da gerçeğin ateşli düşlerle kıyaslandığında değersiz göründüğünü, bu nedenle de kolayca reddedilebileceğini söylerler. Bunu Emile Durkheim söylemişti. Koç bireyselliğe inanır. Biraz da onun için her şeyi bir de kendisi denemekten çekinmez. Ama hırslı olduğu için illa sonuç almak ister. Alamadığında işi kulağını kesmeye kadar vardırır ama Van Gogh ressamdı. Bilinen yazıları sadece kardeşi Theo’ya yazdığı mektuplardı. Onları da dilimize Pınar Kür çevirmişti. Koç’un Koç’tan öte dostu olmaz.

Aşkta kırılmış bir Koç hayatın büyüsünü yitirdiğine inanan bir insan haline gelir. Cahide Birgül, Gölgeler Çekildiğinde adlı romanında sıkkın sıkkın hamburger yiyen biri haline gelen bir kadını anlatır ama iş oraya varana dek aynı kadın kapalı kapıları az zorlamamıştır. Koç kapıları zorlar, genellikle de kapalı olanları. Böylesi ona daha fazla heyecan verir. Anatole France gerçekten aşık olanların bunu oturup yazmayacaklarını söylemişti. Beckett ise mutsuzluktan daha eğlenceli bir şey olmadığını iddia etmişti. Bu durumda hayat eğlenceli demek oluyor ki… Ama olabilir, neden olmasın, mesela Ümit Ünal, Kuyruk adlı romanındaki kara mizahla hepimizi eğlendirmeyi başarmıştı.

Marguerite Duras, erkekleri sevebilmek için çok meraklıları olmak gerektiğini, aksi takdirde erkeklerin dayanılmaz olduklarını yazmıştı. Aynı durum Koçlar için de geçerlidir. Sevecek kadar dostluk kurmadığınızda dayanılmazdırlar ama sevmeye karar verdiğinizde bayağı da tahammül edilebilir olurlar. En azından duruma el koymaya hazır Boğalardan önce onların neşesinin kıymetini bilmekte fayda var.

***

Koç yazarları
Anatole France / Van Gogh / Tennessee Williams / René Descartes / Erdal Öz / Ümit Ünal / Henry James / Pınar Kür / Samuel Beckett / Marguerite Duras / Cahide Birgül / Hans Christian Andersen / Emile Durkheim


Filed under: Edebiyat, Kitaplar, Yazarlar Tagged: anatole france, ümit ünal, burçlar, cahide birgül, deneme, emile durkheim, erdal öz, hans christian andersen, henry james, koç, marguerite duras, pınar kür, rené descartes, samuel beckett, sırma köksal, tennessee williams, van gogh

Fitzgerald’dan yeni bir öykü: “Kibrit İçin Teşekkür Ederim”

$
0
0
F. Scott Fitzgerald

Michael Daye çalışması. Daha fazla bilgi için resmin üstüne tıklayınız.

Geçtiğimiz yıllarda, The New Yorker dergisinin vakti zamanında reddettiği bir F. Scott Fitzgerald öyküsünü aradan 76 yıl geçtikten sonra yayımlayacağını duyurmuştuk. Şimdi de “Kibrit İçin Teşekkür Ederim” adlı bu öyküyü, İskenderiye Dörtlüsü; Tüfek, Mikrop ve Çelik gibi kitapların yanı sıra Fitzgerald’ın Caz Çağı Öyküleri ve Uçarı Kızlar ve Filozoflar’ının usta çevirmeni Ülker İnce‘nin bize özel yaptığı çeviriyle sizlerle paylaşmaktan mutluluk duyuyoruz.

“Kibrit İçin Teşekkür Ederim”i dilerseniz aşağıda okuyabilir, dilerseniz bu bağlantıdan PDF olarak indirebilirsiniz. Fitzgerald’ın telifinin kalkmasıyla raflar Muhteşem Gatsby kaynamaya başladı. Biz Püren Özgören çevirisini öneriyoruz. Elbette Can Yücel Türkçesini de atlamamak lazım. Son olarak ilgilenenler için bir de Hasan Fehmi Nemli çevirisi mevcut. Fitzgerald’ın diğer kitaplarına ise tüm eserlerini yayımlayan Everest Yayınları’ndan ulaşılabilir. Yukarıda belirttiğimiz gibi Caz Çağı Öyküleri ile Uçarı Kızlar ve Filozoflar Ülker İnce çevirisiyle yayımlandı. Bizce Fitzgerald’ın başyapıtı sayılan Buruktur Gece‘yi (çeviri Püren Özgören) sakın kaçırmayın. 

KİBRİT İÇİN TEŞEKKÜR EDERİM

F. SCOTT FITZGERALD

Türkçesi: Ülker İnce

Bayan Hanson kırk yaşlarında, hafifçe solmuş, güzel bir kadındı, Chicago dışında bir yerlere giderek korse ve jartiyer satardı. Yıllar yılı egemenlik alanı içine giren yerler arasında Toledo, Lima, Springfield, Columbus, Indianapolis, Forte Wayne olagelmişti; Iowa-Kansas-Missouri hattına kayışı onun için bir üst dereceye terfi anlamına geliyordu çünkü firması Ohio’nun batı bölgesinde kök salmış bir firmaydı.

Doğu yöresindeki müşterilerini, kendileriyle ahbaplık edecek kadar tanıyordu, alıcılardan birinin bürosunda iş konuşması bittikten sonra kendisine içecek bir şey ya da sigara ikram ederlerdi. Yeni satış bölgesinde kısa süre sonra işlerin hiç de öyle yürümediğini fark etti. Kendisine sigara ikram eden falan yoktu, kendisi dayanamayıp acaba sigara içsem rahatsız eder miyim, diye sorduğunda karşısındaki kişiden yarı özür diler gibi bir yanıt geliyordu: “Benim için sakıncası yok ama çalışanlar pek iyi karşılamıyor.”

“Ah, tabii, anlıyorum.”

Sigara içmek bazen onun için çok önemliydi. Çok çalışıyordu, sigaranın dinlendirmek gibi bir etkisi vardı, psikolojik olarak rahatlatmak gibi. Duldu, akşamları mektup yazacak yakın akrabaları yoktu, haftada bir filmden fazlası gözlerine dokunuyordu, sonuçta sigara içmek, yollarda geçen bir günün uzun sürmüş cümlesinin sonuna konan önemli bir noktalama işaretiydi.

Bu yeni hat üzerinde ilk yolculuğunun son haftası Kansas City’ye denk geldi. Ağustos ortasıydı, onca yeni müşterinin arasında kendini biraz yalnız hissediyordu, o yüzden bir firmanın dış kabul masasında Chicago’da tanıdığı bir kadın görünce sevindi. Geldiğinin haber verilmesini istemeden önce oturdu, sohbet sırasında görüşeceği kişiyle ilgili biraz bilgi edindi.

“Sigara içmeme bir şey der mi?”

“Ne! Aman Tanrım, der tabii,” dedi arkadaşı. “Sigarayı yasaklama yasasını desteklemek için para bağışında bulundu.”

“Bu öğüdün için çok teşekkür ederim – çok çok teşekkür ederim.”

“Buralarda sen en iyisi her yerde dikkatli ol,” dedi arkadaşı. “Özellikle elli yaşın üzerindeki erkeklerin yanında. Savaşa katılmamış olanların. Bana bir adam söylemişti, savaşa katılan erkeklerin hiçbirinin sigara içen birine bir itirazının olmadığını.”

Ama ikinci durağında Bayan Hanson onlardan birine rastladı. Hoş bir genç adama benziyordu, gelgelelim Hanson bir sigara çıkarıp hafif hafif başparmak tırnağına vurmaya başlayınca genç adamın gözlerini sigaraya öyle bir dikişi vardı ki, sigarayı çantasına geri koymak zorunda kaldı. Adam onu öğle yemeğine götürmeyi önererek ödüllendirdi, önemlice bir sipariş de verdi.

Daha sonra kızı illa bir sonraki randevusuna götüreceğim diye tutturdu, oysa kız o boş zamanda kendine bir otel peylemek ve tuvalette birkaç nefes sigara tüttürmek istiyordu.

Beklemekle geçen günlerdi bu günler – herkes çok meşguldü, geç kalıyordu, sonunda boy gösteren müşteriler de ya başka insanların kendi isteklerine düşkünlüklerinden hoşlanmayan ince ve sert suratlı erkekler oluyorlardı ya da isteyerek veya istemeyerek bu erkeklerin düşüncelerine kendilerini adamış kadınlar.

Ta kahvaltıdan beri sigara içmediğini hatırladı, iş açısından çok verimli geçmiş bile olsa bütün ziyaretlerinden sonra hissettiği belli belirsiz mutsuzluğun nedeninin bu olduğunu fark etti birden.

Şöyle konuşurdu: “Bize kalırsa biz farklı bir alanda çalışıyoruz. Tamamıyla lastik ve beze dayanıyor tabii ama bunları farklı bir şekilde bir araya getirmeyi başarıyoruz. Ulusal reklamlarda yılda yüzde otuzluk bir artış her şeyi açıklıyor.”

Kendi kendineyse şöyle düşünüyordu: Sigaradan üç nefes çekebilsem eski moda balina kemiği bile satabilirim.

Ziyaret etmesi gereken bir tek dükkân kalmıştı ama randevusuna yarım saat vardı. Tam da oteline gidilecek zamandı ama ortalıkta taksi göremediği için sokakta yürüyor ve düşünüyordu: Belki de sigara içmeyi bırakmalıyım. Bir ilaç bağımlısı olmak üzereyim.

Tam karşısında bir Katolik katedrali duruyordu. Çok yüksekti, aklına birden bir şey geldi: Kilisenin sivri kulelerinden Tanrı’ya onca tütsü dumanı gönderildiğine göre, giriş holünden biraz duman daha gönderilse fark etmezdi. Giriş holünde birkaç nefes sigara tüttüren yorgun bir kadına yüce Tanrı ne diyebilirdi?

Yine de, Katolik olmamasına karşın, bu düşünceden hoşlanmadı. Sigara içmesi bu kadar önemli miydi, bunca insana itici gelirken?

E ama. Tanrı aldırmaz, diye düşündü yine de. Onun zamanında sigara henüz keşfedilmemişti bile…

Kiliseye yöneldi; giriş holü karanlıktı, yanında taşıdığı çantasında kibrit aradı ama bulamadı.

İçeri gireyim de içerdeki mumlardan birinden yakayım, diye düşündü.

Kilisenin orta sağınının karanlığını bir köşede kıvılcımlanan bir ışık bozuyordu. Kız oturulacak yerler arasındaki koridordan o beyaz bulanıklığa doğru yürüdü, o ışığın mum ışığı olmadığını gördü, zaten sönmek üzereydi – yaşlı bir adam sonuncu kandili söndürüyordu.

Adam, “Bunlar adak olarak verilen kandiller,” dedi. “Geceleri söndürüyoruz. Bütün gece yanacakları yerde onları ertesi güne saklamak, bunları veren insanların daha çok hoşuna gider, diye düşünüyoruz.”

“Anlıyorum.”

Adam sonuncuyu söndürdü. Artık katedralde hiç ışık kalmamıştı, ta tepedeki elektrikli şamdanla kutsal ekmek ve şarabın önünde hiç söndürülmeden yanan lamba dışında.

“İyi geceler,” dedi zangoç.

“İyi geceler.”

“Siz herhalde buraya dua etmek için geldiniz.”

“Evet.”

Adam kilise eşyalarının saklandığı odaya girdi. Bayan Hanson diz çöktü ve dua etti.

Çoktandır dua etmemişti. Kim için ve ne için dua edeceğini pek bilmezdi, bu yüzden işvereni için dua etti, Des Moines’daki, Kansas City’deki müşterileri için dua etti. Dua etmeyi bitirince dizlerinin üzerinde doğruldu. İki metre kadar yukarıdaki bir duvar oyuğunda Kutsal Meryem imgesi kendisine bakıyordu.

Dalgın dalgın kendisi de ona baktı. Daha sonra dizlerinin üzerinden kalktı, yorgunluktan kilise sırasının bir köşesine yığıldı kaldı. “Mucize” adlı oyundaki gibi Bakire Meryem’in aşağıya indiğini hayal etti, kendisinin yerine geçip kendisinin yerine korse ve jartiyer sattığını, kendisi gibi yorulduğunu. Daha sonra Bayan Hanson birkaç dakika uyuklamış olsa gerekti.

Farklı bir şey olmuş duygusuyla uyandı, havada tütsü kokusuna benzemeyen tanıdık bir koku vardı, parmakları da yanıyordu. Sonra parmaklarının arasındaki sigaranın tüttüğünü gördü – yanıyordu.

Düşünemeyecek kadar uyku sersemiydi, sigara sönmesin diye bir nefes çekti. Sonra yarı karanlıkta, o belli belirsiz duvar oyuğundaki Bakire Meryem’e baktı.

“Kibrit için teşekkür ederim,” dedi.

Bu kadarı yetmezmiş gibisine geldi, bunun üzerine diz çöktü; parmaklarının arasındaki sigarının dumanı buklelenerek yükseliyordu.

“Kibrit için çok çok teşekkür ederim,” dedi.


Filed under: Edebiyat, Kitaplar, Yazarlar Tagged: çeviri, öyküler, ülker ince, bir koltukname yayını, f. scott fitzgerald, the new yorker

İthaki Yayınları’ndan yeni bir dizi: Kalem ve Yaşam

$
0
0

bramstokerGeçtiğimiz yıllarda, Steinbeck’in oğluna aşk tavsiyeleri verdiği bir mektubu çevirirken, yazarların mektuplaşmalarının, güncelerinin, anılarının Türkçeye çok az çevrildiğinden yakınmıştık. İthaki Yayınları, sanki bu şikâyetimizi duymuş gibi, yeni bir diziye başladı: Kalem ve Yaşam.

Yayınevine göre ocak ayında başlayan dizinin amacı ve dizideki ilk kitabın Bram Stoker’ın Kayıp Günlüğü olmasının sebebi şöyle:

İthaki Yayınları olarak, yıllardır eserlerini okuyup takipçisi olduğumuz yazarların masalarına, odalarına, günlüklerine, mektuplarına, anılarına, yaşamöykülerine sızma fikriyle, yeni bir diziye, Kalem & Yaşam’a başladık. Edebiyatın mahrem odalarına yapacağımız ziyaretlerin ilki için Bram Stoker’ı seçtik ve onun Kayıp Günlük’ünü yayımladık. Başlangıç için günlüklerle, mektuplarla, notlarla kurgulanan bir roman olan Dracula’nın yazarı Bram Stoker’dan daha iyi bir seçim olamazdı herhalde.

Stoker’ın kayıp olan günlüğü, bir süre önce torununun oğlununun evinde, evet, doğru tahmin ettiniz, “tozlu” tavan arasında bulunmuş. Günlüğü yayına hazırlayanlar Dacre Stoker ile Elizabeth Miller, Türkçeye çeviren ise Uğur Ceyhan.

Dizinin ikinci kitabı, Jack Kerouac ve Allen Ginsberg’ün yazışmaları olacak. Bill Morgan’ın derlediği, Seda Ersavcı’nın çevirdiği Jack Kerouac ve Allen Ginsberg: Mektuplar, 18 Nisan’da yayımlanıyor. Sıradaki kitaplarsa şöyle:

Kalem ve Yaşam dizisinin başka bir güzel haberi de, Thomas Wright’ın kaleme aldığı, Oscar’ın Kitapları adlı eşsiz eser. Oscar Wilde’ın kütüphanesinden hareketle, yazarın yaşamına doğru “kitaplararası” bir yolculuğa çıkacağımız Oscar’ın Kitapları, her kitap kurdunun başucunda tutacağı türden bir çalışma.

Kütüphanemizde, Jack Kerouac ve Allen Ginsberg’ün Mektuplar kitabının yanına koyacağımız bir eser daha olacak: Henry Miller ve Anaïs Nin’in Mektupları. Yine iki aykırı yazar, yine mahrem mektuplar…

Dizi, mektuplaşmalar, günceler ve yazarların yaşamlarından başka türlü kesitler arasında güzel bir denge tutturacağa benziyor. Zaten her halükârda böyle bir girişimde bulunduğu için İthaki’yi kutlamamız gerekiyor. Dizinin devamını heyecanla beklerken sabırsızlananlar Henry Miller’ın Anaïs Nin’e yazdığı tutkulu aşk mektuplarından birini buradan okuyabilirler. Daha daha mektuplarla yazarlardan tavsiyeleri de kaçırmayın.


Filed under: Edebiyat, Kitaplar, Yayınevleri Tagged: anılar, günlükler, ithaki yayınları, kalem ve yaşam, mektup

Haftanın Eğlencesi: Muppet’lar Twin Peaks karakterlerine dönüşürse

$
0
0

David Lynch’in dizisi Twin Peaks, günümüzde artık kült bir klasiğe dönüşmüş durumda. Dizi için festivaller düzenleniyor, dizinin çekildiği bütün mekânların listesi çıkarılıyor ve dünya üzerinde diziyle alakalı her şey internette derlenip toplanıyor.

Diziden esinlenen sanat çalışmalarını da unutmamak gerek. Amerikalı grafik tasarımcı Justin DeVine, Muppet‘ları Twin Peaks‘ten karakterler olarak canladırmış. Bizim favorimiz elbette Kermit. Henüz altı tane suluboya resim yapan DeVine, projeyi sürdürecekmiş. Devamı ve başka çalışmaları için Tumblr’ına göz atabilirsiniz. (Flavorwire aracılığıyla.)

dr-lawrence-teeth

log-lady-fozzie

major-garland-the-eagle

the-weirdo-from-another-place

who-killed-miss-piggy1

 

cooper-the-frog


Filed under: Diziler, Eğlence, Görsel Sanatlar, Sanat, Televizyon Tagged: justin devine, muppet'lar, twin peaks

Gabriel García Márquez (1927-2014)

Sorun değil

$
0
0

Berlinli illüstratör Thoka Maer, “It’s no biggie” (Sorun değil) adlı çalışmasında hayatın monoton anlarını yakalıyor. Bir türlü kulak arkasında durmayan bir saç teli, şemsiyeyi açınca kesilen yağmur, çatalda durmayan zeytin, Maer’in naif animasyonlarında sonsuza dek tekrarlanıyor.

Maer’in çalışmasından en sevdiklerimizi aşağıda derledik. Geri kalanları görmek için sanatçının Tumblr sitesini ziyaret edebilirsiniz. Başka başka işlerini görmek isterseniz kendi sitesi burada. Eserlerini satın alabileceğiniz bir dükkân da bulunuyor sitede. Ufak sıkıntılara kafayı takmamanız dileğiyle.

tumblr_lt4cygopVz1r4ibs7o1_500

tumblr_lt4ddtI3dC1r4ibs7o1_500

tumblr_lt4dhq2tNj1r4ibs7o1_500

tumblr_ltwd7tivCI1r4ibs7o1_500

tumblr_lu8seyCxiS1r4ibs7o1_r1_500

tumblr_lwixf1LBRy1r4ibs7o1_500

tumblr_m2h6neQ7E51r4ibs7o1_500

tumblr_ma3s8gSaF81r4ibs7o1_r1_500

tumblr_mb4zhb0WoX1r4ibs7o1_r2_500

tumblr_mcvcakyema1r4ibs7o1_500

tumblr_mif9jrrMaQ1r4ibs7o2_r1_500

tumblr_mnx3r4joTE1r4ibs7o1_500

tumblr_mqldl9Qlw41r4ibs7o1_500

tumblr_msr77en2ny1r4ibs7o1_r1_500

tumblr_n0vsu9TuaB1r4ibs7o1_500

tumblr_n37xc7PsnR1r4ibs7o1_r1_500


Filed under: Görsel Sanatlar, Sanat Tagged: animasyon, illüstrasyon, it's no biggie, thoka maer

Haftadan Kalanlar // 14-20 Nisan 2014

$
0
0

Haftadan Kalanlar adlı bölümümüze hoş geldiniz. Adından da anlaşılabileceği üzere, bu köşede haftadan kalanları, okuyup da blog yazısına uzamayanları, bir tweet’e sığmayanları, bir arada daha mı güzel dururlar dediklerimizi sizlerle paylaşıyoruz.

depp_jolie_apartment_01* Christopher Walken’ın 50 farklı filmdeki dansları bir arada. Başlık zaten yeterince açıklayıcı.

* Nick Hornby’yle Will Self’in bu yıl yeni kitaplarının yayımlanacağı duyuruldu. Biz de Twitter üzerinden Sel Yayıncılık‘a haber verme cürettinde bulunduk.

* Uzun yıllardır beklenen bir yazar nihayet Türkçede: Thomas Pynchon, 49 Numaralı Parçanın Nidası‘yla İthaki Yayınları‘ndan çıktı (Türkçesi Feride Evren Sezer). Yazarın diğer eserleri ne zaman yayımlanacak, hangi kitabı kim tarafından sinemaya uyarlanacak gibi soruların yanıtı için şu haberimize göz atabilirsiniz.

Gezi Tanıklığı belgeseli, Word Press Photo tarafından “online belgeseller” dalında birincilik ödülüne layık görüldü.

* İngiltere Yayıncılar Birliği’nin 2014 Mükemmellik Ödülleri adayları arasında Türkiye’den de üç isim var.

* Kate Moss’la Johnny Depp’in New York’taki eski dairelerini merak edenler buraya. Daire ayda 19 bin dolara (yaklaşık 40 bin 500 TL) kiraya veriliyor.

* Hollanda’da 22 yaşında bir kadına 3D yazıcılarla “çıkış alınan” bir kafatası nakli yapılmış.


Filed under: Haftadan Kalanlar Tagged: 16. hafta

Herkesin bir fiyatı vardır

$
0
0
LastDay6thRogerWaters-621

Roger Waters’ın The Wall konserinden bir sahne.

“Diktatör” kelimesi, malumunuz olan sebeplerle son dönemde ülkemizde çok sık telaffuz edilmekte. Ama kim diktatör, kim değil tartışmalarını dar ve kısır çerçevelere hapsetmeye de pek meğilliyiz. Özgürlüğün ve iletişimin bu kadar kolay ve çok yönlü olduğu bir zamanda diktatör olmak için ille de Hitler’e denk eylemlere imza atmak zorunlu değil.

Dünya üzerinde demokratik rejimler olduğunu iddia edip de gizli bir diktatörlük olan ya da hiç de demokratik olmadıklarını zaten beyan edip açık bir diktatörlük olan çok sayıda ülke var. En özgürlükçü, en çevreci, en demokratik yöneticiler olduklarını söyleyip vatanadaşlarına ölüm dahil her tür şiddeti uygulayanlar elbette en tehlikelileri. Koyun postuna bürünmüş kurtların etrafında ise envai çevreden insanlar bulmak mümkün. Buna müzisyenler de dahil. Hem de hiç beklemeyeceğiniz isimler bile.

Geçtiğimiz yılın yaz aylarında, Kazakistan’ın başkenti Almatı’da, rap müzisyeni Kanye West, çok seçkin konuklara ev sahipliği yapan bir otelde sahne aldı. 1991′den beri ortalam %90 oy oranıyla devlet başkanı “seçilen” Nursultan Nazarbayev‘in yeğeninin nikâhı sebebiyle düzenlenen gece için West’e ödenen tutarın 3 milyon dolar civarında olduğu gayriresmi kaynaklarca belirtilmişti. Nazarbayev, ülkenin doğal kaynaklarının gelirini hesaplarına aktarmakla ve sistemli işkence uygulamak gibi sayısız insan hakları ihlali yapmakla suçlanmakta.

Müzisyen olmasa da anmadan geçmeyelim, West’in eşi ünlü televizyon yıldızı Kim Kardashian da evlenmeden önce “Bahreyn şeyhine âşık olduğunu ve Bahreyn’i her Amerikalının ziyaret etmesi gerektiğini” Twitter’da paylaşmıştı. Kardashian’ın Bahreyn ziyareti, insan hakları karnesi dehşet verici olan ABD müttefiki Bahreyn rejiminin, en azından ABD kamuoyunda itibarını yükseltmeyi başarmıştı. Oysa Kardashian’ın ziyaretinden üç hafta önce, özgürlük talebiyle protesto gösterisi yaparken polis tarafından yaralanan eylemcileri tedavi eden doktorlar mahkûm edilmişti.

Yine geçtiğimiz yıl, batılı yıldızlara konukseverlik gösteren bir başka Orta Asya ülkesi Türkmenistan’da da Jennifer Lopez sahne aldı. İnsan Hakları İzleme Örgütü raporuna göre dünyanın en baskıcı rejimlerinden biri olan Türkmenistan’ın devlet başkanı Kurbankulu Verdimuhammedov’un, doğum günü onuruna düzenlenen bu özel gece için J.Lo’ya 1 milyon dolar ödediği belirtilmişti. Lopez sahnede bir de jest yaparak Verdimuhammedov’a “İyi ki doğdun bay başkan” şarkısı da söylemişti. Lopez daha sonra Türkmenistan’daki durumu bilmediğini, yoksa bu teklifi kabul etmeyeceğini ve bu yüzden özür dilediğini söylese de, parayı geri iade etmedi.

Türkmenistan’ın komşusu Özbekistan’ın da özgürlükçü ve demokratik bir rejime sahip olduğu söylenemez. Devlet başkanı İslam Kerimov hakkında, muhaliflerini haşlamak, protestocuların boğazını kestirmek, çocukları köle işçiler olarak çalıştırmak gibi suçlamakar bulunmakta. Bir zamanlar dünyanın en büyük göllerinden biri olan Aral Gölü de, Kerimov döneminde hacminin %80′ini kaybetmiş durumda. Ama bu durum Sting için pek anlamlı olmasa gerek. Ya da 1 ila 2 milyon pound arası bir rakam, konunun önemini yitirmesi için yeterli oluyor. Zira Sting, 2010 yılında Kerimov’un kızı tarafından düzenlenen festivalde başkan onuruna bir konser vermişti.

Çeçenistan’da Putin’e yakın genç bir lider olan Ramazan Kadirov, 35. doğum günününü hayranı olduğu Jean-Claude Van Damme ve neden orada olduğunu anlamak zor olan iki Oscar ödüllü aktrist Hilary Swank’in katılımıyla gerçekleşen bir partiyle kutlamıştı. Partide ünlü keman virtüözü Vanessa Mae de, nispeten düşük bir bedelle, 500 bin dolar karşılığı sahne almıştı. Mae’den sonra sahneyi devralan Seal‘ın da altı haneli bir ücrete razı olduğu haberler arasındaydı. Seal gecenin sonunda Çeçen halkı için şarkı söylemekten mutlu olduğunu ifade etmişti.

Nelly Furtado, 2007 yılında, bir başka kıtadaki bir başka diktatör için, o günlerde sonunun kestirilmesi herhalde imkânsız olan Muammer Kaddafi için İtalya’da sahne almıştı. Furtado’nun tarifesi de Lopez’inkiyle hemen hemen aynıydı ve o da daha sonra pişman olduğunu ve bu parayı hayır işlerinde kullamak istediğini Twitter’dan açıklamıştı. Furtado hangi hayır işlerine kullandı bilinmez ama Kaddafi ailesi için sanatını icra eden tek o değildi. Müziğe ilgileri yüksek olduğu belli olan Kaddafilere, farklı zamanlarda Usher, Mariah Carey, Beyoncé, Jose Carreras, Lionel Richie özel konserler vermişler ve ücretlerini de ziyadesiyle almışlardı.

Parayı sevdiği bilinen isimlerden biri olan Julio Iglesias, 2012′de Ekvator Ginesi’nde sahne almıştı. Kadife sesli Iglesias, şarkılarını her birinin değeri milyon dolarlarla ölçülen otomobillerden oluşan geniş bir koleksiyona sahip Teodoro Obiang Nguema Mangue‘nın oğlu için söylemişti.

Neyse ki bizim devlet büyüklerimizin böyle pahalı zevkleri yok…


Filed under: Gündem, Müzik Tagged: ünlüler, diktatörlük, diktatörler, müzisyenler

Haftadan Kalanlar // 28 Nisan-4 Mayıs 2014

$
0
0

Haftadan Kalanlar adlı bölümümüze hoş geldiniz. Adından da anlaşılabileceği üzere, bu köşede haftadan kalanları, okuyup da blog yazısına uzamayanları, bir tweet’e sığmayanları, bir arada daha mı güzel dururlar dediklerimizi sizlerle paylaşıyoruz.

1950′den günümüze pit stopların akıl almaz gelişimi. Galiba teknolojinin yanı sıra kurallar da değişmiş. 

* İthaki Yayınları’nın yeni dizisi Kalem ve Yaşam kapsamında yayımlanan Jack Kerouac ve Allen Ginsberg: Mektuplar kitabından daha önce bahsetmiştik. Kitabın çevirmeni Seda Ersavcı, çeviri süreciyle ilgili bir yazı yazmış. Meraklı okurlar kaçırmasın.

* Cep telefonları artık mini bilgisayar olmayı da aşıp birer oyun konsoluna dönüştüler. Hikmet Hükümenoğlu, cep telefonları için hazırlanmış en iyi sanatsal oyunları sıralamış. Daha önce fark etmediğimiz bir kategori…

* Dövme moda mı oldu?

* Russel Crowe’un, Çanakkale Savaşı sonrası oğullarını aramak için Türkiye’ye gelen Avustralyalı bir adamın hikâyesini anlattığı, yönetmen olarak ilk uzun metrajlı filmi The Water Divider‘ın ilk tanıtım filmi çıktı.

* Black Keys, yeni albümlerinin ilk single‘ı, “Fever” için acayip bir klip yayınladı. İzledikçe terleyebilirsiniz.

 


Filed under: Haftadan Kalanlar Tagged: 18. hafta

En iyi New York romanları

$
0
0

Ah, New York. Büyük Elma. Uyumayan Şehir. Orada yaşayanlar için dünyanın merkezi, geri kalanlarımız için belki pis ve gürültülü, belki romantik bir şehir…

Sizin için New York ne olursa (ya da ne olmazsa) olsun, bu eşsiz şehrin dünya kültüründe özel bir yer tuttuğu yadsınamaz. Bu, elbette edebiyat alanını da kapsıyor. Flavorwire sitesi, New York’ta yaşamanın nasıl bir deneyim olduğunu en güzel ifade eden yirmi beş romanı derlemiş. Bu romanların hepsi de New York’tan bağımsız olarak muhteşemler, o yüzden şehirle ilgilenmeyenlerin de mutlaka okumaları tavisye edilir.

Her zaman olduğu gibi Türkçede bulabileceğiniz romanlara bağlantılar verdik. Kitapların arasından okuduklarınız var mı? Varsa nasıl buldunuz? Yorumlarınızı bekliyoruz.

Rosemary’s Baby (Rosemary’nin Bebeği) / Ira Levin

Bu kitapla –ve filmle– ilgili bildiğiniz her şeyi unutun. Rosemary’s Baby, her New York’lunun anlayabileceği bir mesaj veriyor: Mükemmel daire diye bir şey yoktur. O eski binada bulduğunuz devasa ve ucuz yer, karnınızda Deccal’ı taşıdığınız için orada bulunmanızı isteyen Satanistlerle dolu…

Speedboat (Sürat Teknesi) / Renata Adler

Kahramanımız Jen Fain bu çılgın şehirde delicesine koştururken yanı başındaymışsınız gibi hissettiren, muhteşem bir roman. 

Open City (Açık Şehir) / Teju Cole

New York’ta yaşayan insanların o kadar azı New York doğumlu ki… Peki ya oralı olmayan bu insanlar Amerika’nın en garip şehri hakkında ne düşünüyor? Bu sorunun yanıtını arayan roman, hep New York’ta geçmese de şehre dair karşılaşabileceğiniz en güzel betimlemeleri içeriyor.

Kâtip Bartleby Herman Melville / Çev. Münir Göle / İletişim Yayınları

Teknik olarak bir novella sayılsa da, Kâtip Bartleby, gelmiş geçmiş en muhteşem Wall Street hikâyelerinden birini anlatıyor. 

The Group (Grup) / Mary McCarthy

Mary McCarthy, New York’a taşınan üniversite arkadaşı kızların neler yaşadığını Girls dizisi başlamadan çok önce anlatmıştı. Bu işi ondan iyi yapabilen de henüz çıkmadı.

The Tenants of Moonbloon (Moonbloon Kiracıları) / Edward Lewis Wallant

New York’taki ev sahibiniz aniden iyi bir insana dönüşseydi hoş olmaz mıydı? Wallant’ın bu konuya değinen klasiği aslında New York dışındaki kiracılara da sesleniyor…

Sag Harbor (Sag Limanı) / Colson Whitehead

New York Şehri’nin bir parçası olmayan ama New York’tan ayrı da düşünülemeyen Long Island’da geçen bu roman, şehrin dışına çıkınca insanın kendini nasıl başka bir dünyada bulduğunu anlatıyor.

Öksüz Brooklyn / Jonathan Lethem / Çev. Sabri Gürses / Plan B Yayınları

Brooklyn’in bugünkü gibi havalı bir yere dönüşmeden önceki halini anlatıyor bu roman. Belki de tüm listedeki en “New York’lu” kitap.

Masumiyet Çağı / Edith Wharton / Çev. Bilal Çölgeçen / İmge Kitabevi Yayınları

Wharton’ın klasiği günümüz New York’unu o kadar andırıyor ki, güncelliğini hiçbir zaman yitirmiyor.

The Love Affairs of Nathaniel P. (Nathaniel P.’nin Aşk İlişkileri) / Adelle Waldman

Günümüzde Brooklyn’e ve Brooklyn’de yaşayan yazarlara eleştirel bir bakışla yaklaşmaya cesaret edebilen ender bir eser.

Dancer From the Dance (Danstaki Dansçı) / Andrew Holleran

60′ların ve 70′lerin New York’unda gay gece hayatını anlatan bu romanın karakterleri gerçek hayattan fırlamış gibi.

Tiffany’de Kahvaltı Truman Capote / Çev. Meral Alakuş / Sel Yayıncılık

İnsanların evlerinden kalkıp tamamen yeni bir kimlikte New York’a taşındıkları söylenir hep. Capote bu hikâyeyi unutulmaz bir klasiğe dönüştürmüştü.

Sophie’s Choice (Sophie’nin Seçimi) / William Styron

Evet, belki Sophie’s Choice deyince akla ilk gelen şey Auschwitz oluyor. Ama kitabın aynı zamanda Stingo’yla, kendini Flatbush, Brooklyn’de Yahudilerin arasında bulan yazar adayıyla da ilgili olduğunu unutmamak gerek.

İt Kopuk Takımı / Jennifer Egan / Çev. Zeynep Heyzen Ateş / Pegasus Yayınları

New York’a belli hayallerle taşınırsınız ama çoğunlukla gerçeklerle karşı karşıya kalırsınız. Egan, bu olguyu birçok yazardan daha iyi anladığını kanıtlıyor.

Lush Life (Bolluk İçinde Bir Yaşam) / Richard Price

İnsanlar New York’un artık ne kadar güvenli bir yer olduğundan bahsediyorlar hep ama Wire dizisinin yazarı Price’ın bu romanı şehrin tam da en tehlikeli yanını anlatıyor.

Alev Püskürtenler / Rachel Kushner / Çev. Suat Ertüzün / Can Yayınları

1970′lerin ortasında, aşağı Manhattan’da geçen bu roman şimdiden bir modern klasik sayılıyor.

Brown Girl, Brownstones (Kahverengi Kız, Kahverengi Binalar) / Paule Marshall

Büyük Buhran ve II. Dünya Savaşı sırasında Brooklyn’e alışmaya çalışan göçmenlerin anlatıldığı bu roman, göçmenler hakkındaki en büyük Amerikan romanı olarak kabul görüyor.

Gönül Abla / Nathanael West / Çev. Tomris Uyar / Yapı Kredi Yayınları

New York’ta yaşıyor ve boğucu bir işte çalışıyorsunuz. Elbette West’in muhteşem novella‘sı bundan fazlasını anlatıyor ama gündelik olarak üzgün insanlarla karşı karşıya kalmak hepimizin anlayabileceği bir durum.

Great Jones Street (Büyük Jones Sokağı) / Don DeLillo

New York’lular maziden konuşmayı sever. DeLillo’nun üçüncü romanındaki rock yıldızı Bucky Wunderlick, bizi Manhattan’ın bir zamanlar unutulmuş bir bölgesine götürüyor — bugün ancak maaşı altı basamaklı olanların oturabileceği bir bölgeye.

Amerikan Sapığı / Bret Easton Ellis / Çev. Fatih Özgüven / İthaki Yayınları

Şehrin tüm ihtişamı ve zenginliği tepe taklak edilip gözlerimizin önünde parçalanıyor –testereyle– bu kitapta.

The Beautiful and Damned (Güzel ve Lanetli) / F. Scott Fitzgerald 

Fitzgerald ve New York deyince akla ilk gelen roman Muhteşem Gatsby olabilir. Oysa, The Beautiful and Damned, şehre dışarıdan gelip şehir tarafından yutulan bir yazarın kitabı. Gatsby Fitzgerald’ın Amerikan romanı olabilir, ama şüphesiz bu onun New York romanı.

Bir Başka Ülke / James Baldwin / Çev. Çiğdem Öztekin / Yapı Kredi Yayınları

Yayımlandığında bir sansasyon yaratan bu roman, Greenwich Village’de yaşayan insanların hayatlarını ve aşklarını anlatıyor.

Inferno (A Poet’s Novel) (Cehennem [Bir Şairin Romanı]) / Eileen Myles

Bu romanda yer alan hikâyelerin yazarın bizzat başından geçen, gerçek hikâyeler olmadığına inanmakta zorlanacaksınız.

 

Bright Lights, Big City (Parlak Işıklar, Büyük Şehir) / Jay McInerney

Epey bir liseli genci yazar olmak için New York’a taşınmaya ikna eden roman.

İmparatorun Çocukları / Claire Messud / Çev. Ali Cevat Akkoyunlu / Yapı Kredi Yayınları

Çılgınca partilere gidilen 20′li yaşlarla oturaklı bir hayat sürülen 40′lı yaşların arasında kalan o eşsiz dönemi, 30′ları anlatıyor bu roman.

 


Filed under: Edebiyat, Kitaplar Tagged: adelle waldman, ali cevat akkoyunlu, andrew holleran, çiğdem öztekin, bilal çölgeçen, bret easton ellis, can yayınları, claire messud, colson whitehead, don delillo, edith wharton, edward lewis wallant, eileen myles, f. scott fitzgerald, fatih özgüven, herman melville, iletişim yayınları, imge kitabevi yayınları, ira levin, ithaki yayınları, james baldwin, jay mcinerney, jennifer egan, jonathan lethem, mary mccarthy, münir göle, meral alakuş, nathanael west, new york, paule marshall, pegasus yayınları, plan b yayınları, rachel kushner, renata adler, richard price, romanlar, sabri gürses, sel yayıncılık, suat ertüzün, teju cole, tomris uyar, truman capote, william styron, yapı kredi yayınları, zeynep heyzen ateş, şehir kültürü

Selim Sesler (1957-2014)


Soma…

Haftadan Kalanlar // 19-25 Mayıs 2014

$
0
0

Son haftaların karanlık gündeminden sonra, Nuri Bilge Ceylan’ın 67. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye Ödülü’nü almasıyla birlikte biz de kültür sanat haberlerine geri dönüyoruz.

winter_sleep_poster_2* Dediğimiz gibi, Nuri Bilge Ceylan dün 67. Cannes Film Festivali’de Kış Uykusu‘yla Altın Palmiye Ödülü’ne layık görüldü. Kendisini tebrik ediyor, filmin vizyona girmesini sabırsızlıkla bekliyoruz.

* Sabırsızlıkla beklediğimiz bu ve diğer filmlerin fragmanları: Kış Uykusu, Mood Indigo (Michel Gondry), Magic in the Moonlight (Woody Allen), Wish I Was Here (Zach Braff).

* Cannes demişken, Ingmar Bergman’ın bu büyük festivalle ilgili düşüncelerini de hatırlayalım. Üstat festivali, “et pazarı ve ruhsal utanç kaynağı” olarak tanımlamıştı.

* Dövme yapılma ânı, ileri derece yavaş çekimde.

* Koray Löker’den defterler üzerine.

* Heyecan verici bir yeni kitap haberi: Sevgi Soysal’ın gazete yazıları, Türkiye’nin Kalbi, Kabul Günleri adlı kitapta İpek Şahbenderoğlu tarafından derlendi ve yazarın tüm eserlerini yayımlayan İletişim Yayınları‘ndan bu ay çıktı.

* Bir başka heyecan verici yeni kitap haberi: Bir süredir Henry Miller’ın kitaplarını yayımlayan Siren Yayınları, yazarın en tartışmaları, en çok sansürlenmiş romanı Oğlak Dönencesi‘ni Avi Pardo çevirisiyle yayımladı. Güzel bir kapak, daha da güzel bir sunuş yazısıyla…

* Son olarak, ileride heyecan verici yeni kitap haberine dönüşecek bir haber: Emrah Serbest yeni romanını tamamlayıp yayınevine teslim etti.


Filed under: Haftadan Kalanlar Tagged: 21. hafta

Her şakada bir ciddiyet vardır

$
0
0

Alaa Wardi’nin dış görünümüne bakıldığında, Londra, Paris, Köln ya da New York’ta rastlayabileceğiniz gençlerden bir farkı olmadığını düşünebilirsiniz. Hatta onun gece kulüplerinde sahne alan bir DJ olduğunu da tahayyül etmeniz zor değil. Gerçekten de, Alaa her gün sahne alıyor. Ama gerçek bir kulüp ya da sahnede değil, YouTube’da. Tanınmış güncel parçaların espirili ve akapella versiyonlarını yayınladığı kanalı, 10 milyondan fazla kez izlenmiş bir fenomene dönüşmüş durumda.

İran asıllı olan Wardi, Riyad’da doğmuş ve büyümüş. Muhafazakâr Suudi Arabistan’da onun gibi sanatçıların topluma açık gösteri ve konserler düzenlemesi pek olası görülmüyor. Bunu farkeden Wardi de, 2011 yılında, kendi bestelediği bir parça için ilk videosunu evdeki bilgisayarının karşısında kaydetmiş. Sonra bir tane daha ve bir tane daha. Her denemesinde parçalarını biraz daha geliştirmiş. Sesiyle ya da kendi çaldığı enstrümanlarla ekler yapmış.

Batı ülkelerinde yaratıcı, sanatsal ama yalnızca mütevazı bulunabilecek bu girişimiler, Arap dünyası için oldukça devrimci sonuçlar yaratmış. Arapça akapella müzik, o güne kadar geniş kitlelerde bilinmeyen bir durum olduğundan, Wardi’nin videoları büyük ilgi çekmiş. Daha önce Arap müzisyenler YouTube üzerinden akapella videolar yayınlamış olsa da, bunlar hep İngilizceymiş.

Wardi’nin ikinci videosu Arap pop müzik dünyasının süperstarı Lübnanlı Nancy Ajram’ın bilinen bir parçasının kaydı olmuş. Video öyle büyük bir ilgi toplamış ki, parçanın orijinalinden daha fazla dinlenir hale gelmiş. Daha sonra Cezayirli Khaled’in parçalarını yorumlayarak, hemen tüm Araplar tarafından bilinir hale gelmiş. Geçen yıl meşhur Bollywood parçalarına yaptığı yorumlarla artık Hintli hayranlar da edinmiş.

2013 Ekim ayında iki Arap komedyenle birlikte kaydettiği, ünlü Bob Marley parçası “No Woman, No Cry” üzerine yazdığı “No Woman, No Drive”, Suudi Arabistan’da büyük ilgi görmüş. Suudi Arap kadınların otomobil kullanmasına yönelik yasağa karşı olan muhalifler, parçayı marşları haline getirmişler. Wardi, sert Suudi Arabistan yasaları ve siyasi ortam sebebiyle parçası hakkında “muhalif olmaktan çok espirili” yorumunu yapmayı tercih etse de, benzer parçalar yapmaya devam edeceğini söylemekten geri durmuyor.

29 milyonluk Suudi Arabistan nüfusunun yarısı 25 yaşın, %75′i ise 30 yaşın altında. Bu genç toplumun, devlet tarafından kontrol edilen ve sansürlenen klasik medyalara ilgisi giderek düşmekte. Bu durum, Suudi Arabistan’ı dünyanın en aktif YouTube kullanıcı kitlesi haline getirdi. Suudi Araplar tarafından YouTube üzerinden yayınlanan programların hit sayıları 200 milyonlarla ifade edilmekte.

Bu ilgide Suudi Arabistan’ın yetkili makamlarının YouTube’a yönelik sansürsel ilgilerinin nispeten daha düşük olmasının payı büyük. Facebook ve Twitter üzerinde daha sıkı bir kontrol uygulanırken, YouTube bugüne kadar ihmal edilmiş durumdaydı. Neyse ki yetkililer gaflet uykularından uyandılar ve ülkemizdeki gibi gelişmiş demokrasinin en azından bazı uygulamalarını ülkelerine getirmeye karar verdiler. Geçtiğimiz günlerde “Suudi Arabistan Görsel ve İşitsel Medya Denetim Komisyonu”, YouTube üzerinde daha sıkı denetimleri gündemine aldığını duyurdu. (Zeit aracılığıyla.)


Filed under: Müzik, Medya Tagged: alaa wardi, hiciv, suudi arabistan, youtube

Sartre’dan De Beauvoir’a: “Gerçek mutluluğun ne olduğunu hatırlattınız bana”

$
0
0

sartrebeauvoir

Bir yanda varoluşçuluğun babası, diğer yanda ikinci dalga feminizmin annesi. Ortada, edebiyat tarihinin en meşhur aşklarından biri… Gerçekten de edebiyat dünyasının en meşhur ilişkilerinden biridir Jean-Paul Sartre’la Simone de Beauvoir’ınki. Belki de en sansasyonelidir. Hiç evlenmeyen, hatta hiç beraber yaşamayan ikili, dönemin toplumsal ve kültürel değer yargılarına uyum sağlama ihtiyacı hissetmemiştir. Aşağıda, Sartre’ın de “Castor” olarak hitap ettiği de Beauvoir’a yazdığı mektupta, hem aşklarından hem de günlük hayatlarından bir kesit bulabilirsiniz.

Sartre’ın eserleri Can ve İthaki Yayınları’nca basılmakta. De Beauvoir’ın eserlerinin İmge’den ve Payel Yayınevi’nden çıkan eski baskıları bulunsa da, yazarın en meşhur eseri, İkinci Cinsiyet, ancak Kadın başlığı altında, üç kitaba ayrılmış bir halde sahaflarda bulunabiliyor. Bunların ötesinde, ikilinin aşklarının bir biyografisi için, Claudine Monteil’in Özgürlük Âşıkları‘na, Sartre’ın bir biyografisi için Denis Bertholet’in aynı adlı kitabına, De Beauvoir’ın bir biyografisi için sahaflarda bulabilirseniz Özgürlüğü Yazmak‘a, Sartre’ın tiyatro metinleriyle ilgili bir çalışma için de Ahmet Bozkurt’un Varlık Tutulması‘na göz atabilirsiniz. (Des Lettres aracılığıyla.)

6 Kasım [1939]

Benim tatlı Castor’um,

Dün akşam o küçük varlığı karanlığın içinde tek başına bırakmak öylesine hüzün vericiydi ki! Bir an için geri dönmek geçti aklımdan ama sonra düşündüm: “Ne işe yarayacak? Beş dakika daha kalacağım ve sonra ayrılmak daha da zor olacak.” Okula kadar hızla yürüdüm. O sevgili küçük varlığın orada, benden beş yüz metre uzakta olduğunun farkındaydım hâlâ; dolayısıyla uzun süre okuyamadım. Fakat biliyorsunuz, aslında oldukça mutluyum. Bu beş günün beni sarstığını, derinden sarstığını ve sonra ayaklarımın tekrar yere basmaya başladığını anlıyorsunuzdur. Fakat bana kazandırdıkları muhteşemdi. Aslında tek bir şey diyebilirim, tek bir şey ama her şeye değecek bir şey, yalnızca sizin varlığınız, üstelik çırılçıplak haliniz, o tatlı yüz ifadeleriniz, şefkatli gülümsemeleriniz, boynumu saran incecik kollarınız. Aşkım çok gerçek. Hep derler ya, sizinle nerede olsa yaşayabilirim. Her şey bir yana biraz endişeliydim, tabii ki kendimden dolayı değil. Sonrasında sizin için her şey yolunda giderse, ne olacağını soruyordum kendime. O karanlık ve soğuk treni hayal ediyordum.

Öğrenciler oradaydı, sinir bozucu ama yardımcıydılar. Pieter dağınık bir halde, sözcükleri ağzında geveleyerek, gizli saklı (o sırada zaten benimle yalnızdı) bir biçimde sizin gidip gitmediğinizi sordu. Defterime bir şeyler karaladım, sonra yattık. Madam Vogel taşımıştı eşyalarımızı. Biraz Bel Eute’ünkine benzeyen ama daha canlı renklerde tıkış tıkış bir salondayız artık. Oldukça eğreti yerleştirilmiş görünen bir yatak yaydılar bize burada. Paul, uykusunda dönüp de, salonun dolup taştığı büyük vazoları, deniz kabuklarını, şekerlikleri ya da bibloları kırmaktan korkuyordu. Fakat çok sakindi. Bu sabah Pieter’la birlikte hidrojen tüpleri almaya gitti, böylece ben de gün boyu yalnız kaldım. Rose’daydım. Saat yediye çeyrek kala olduğunda, koca ihtiyar dalga geçerek, “Ha ha ha! Yalnızsınız!” dedi bana. Un rude hiver’i okudum, gelişimi de sonu da beni hayal kırıklığına uğrattı. Zaten bir kitap olmasına yetecek bir şey yok içinde. Daha kısa kesilmeliydi sanırım. İçim tamamen şefkatle doluydu ama kendimi bu duyguya bırakıp gitmek istemiyordum, acı verici olacaktı. Yine de sizi ne kadar derinden bir duyguyla sevdiğimi ve benim için ne olduğunuzu hissedip hissetmediğinizi soruyordum kendime.

Ey benim tatlı Castor’um, benim aşkımı da kendinizinkini hissettiğiniz kadar güçlü hissetmenizi isterdim. Geri döndüm ve sabah boyunca küçük not defterime bir şeyler karaladım durdum. Fakat söylenenler üzerine değil; aslında öylesine basit ki: Öylesine yoğun ve huzurlu bir mutluluk yaşıyorum ki, artık pişmanlıklar istemiyorum. İste söylenecek tek şey bu. Gün boyunca durumuma yeni bir gözle bakabilecek durumda olduğumu ama o gözü itinayla kapattığımı hissettim. Şimdi de kapalı kalmaktan dolayı, köstebek gözü gibi yeteneğini yitirdi. Yazmadıklarım bunlar işte. Saat dokuz ile on bir arası (Keller’la bir yoklamadan sonra) ergenliğimle ilgili düşünceleri içeren kâğıdın üzerine kapanmaya devam ettim ve on birden on ikiye kadar da biraz Cerf’le ilgilendim (zorlayıcı ama nazik soruların sorulduğu). Sonra öğle yemeği yedim (yas işareti olarak dana eti-tekesakalı da önerdiler ama yas meselesini oraya kadar taşımak istemedim ve kızarmış patates almayı başardım) ve Courcy’le birlikte Mistler geldi. Yoklama. Sonrasında yine şimdiye kadar kâğıtları doldurmaya devam ettim. Paul karısının Tréveray’a 7 kilometre uzaklıkta bir yerde öğretmenlik yaptığını ve çok yardımsever olduğunu söyledi. İşte. Tania’dan mektup yok – homurdanması gerekirdi, bu hikâyenin nasıl çözüleceğini merak ediyorum. Annemden hoş bir mektup geldi. Bu kadar, bayramın ertesi günü böyleydi. Sizden bir mektup gelsin isterdim.

Canım aşkım, küçük çiçeğim, bir bütünüz değil mi? Sizi o kadar seviyorum, o kadar ki, çok iyi hissediyorum. Küçücük bir büyü oldunuz ve gerçek mutluluğun ne olduğunu hatırlattınız bana. İki küçük yanağınızdan öpüyorum.

Fransızcadan çeviren: Birsel Uzma


Filed under: Edebiyat, Kitaplar, Yazarlar Tagged: filozoflar, jean-paul sartre, mektup, simone de beauvoir

#Gezi

Viewing all 354 articles
Browse latest View live